Bu yazı, aynı anda yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığını bilmeden, 17 Aralık sabahı saat 05:25'te noktalanmıştı. Dolayısıyla AKP-Cemaat kavgasına neredeyse değinilmedi. Kimi açılardan eksik ve eski kalsa da Haziran ile dış politika ilişkisi açısından faydalı olacağını düşündüğüm için paylaşmak istedim.
Her
sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.
Haziran ayına
yayılan görkemli halk hareketinin siyasi mücadeleye büyük
sonuçlarla yansıması pek çok insanın beklentisi oldu. Bizzat
eylemlerin her aşamasını var eden geniş halk kesimlerinin artık
bazı şeyleri değiştirebileceklerine dair inançlarının artmış
olması bile buna örnek olarak gösterilebilir. Değişimin hangi
yönde olacağına dair görüşlerin çeşitliliği Haziran
eylemleri açısından şaşırtıcı olmasa da, AKP hükümetinin
miadını doldurduğu görüşü neredeyse AKP hariç herkesin kabul
ettiği sonuçlardan biri oldu.
Ancak böylesine
şiddetli bir hareketlenmenin sonuçlarını tartışırken
referansların yitirilmesinin kafa karışıklığından başka bir
sonuç vermesini beklemek yanlış olur. Örneğin Haziran ayında
yaşanan patlamanın nedenleri hakkında sağlıklı değerlendirmeler
olmaksızın sonrasına dair siyasi projeksiyonumuzun pek bir
anlamının olmayacağını söyleyebiliriz. Burada kastettiğim her
türlü olasılığı hesaba katan ayrıntılı bir neden sonuç
analizi değil. Haziran'ı anlamak da sonrasını kurmak da aynı
bütünün parçası ve belki de bu bakımdan dikkatlerin anlamak ile
geliştirmek arasındaki ilişkiye yönelmesinde fayda var.
Bu söylenenler
siyasi mücadelede doğrultu sorununun Haziran'ı anlamak ve
geliştirmek açısından başat olduğu şeklinde okunmalı. Bu
yapılmadığı takdirde Haziran eylemlerinin siyasi sonuçları
konusunda filmin başa sarılması için harcanan büyük çabaya
karşı koymak bir hayli zorlaşacak.
Bu
noktada marksizm ve siyasi mücadele ilişkisinin önemi açığa
çıkıyor. Marksizm kendini öncülü olan düşünsel akımlardan
değiştirme
misyonu ile ayırıyorsa, marksizmi tekrar yalnızca bir analiz aracı
düzeyine geri çekmeye çalışmanın bir tür gericilik olacağı
unutulmamalı. Dolayısıyla Haziran'ı anlamak ile onu ileri taşımak
açısından marksizm ile siyasi mücadele arasındaki ilişkiyi
diyalektik bir zemine yerleştirmek gerekiyor.
Analiz
ile müdahaleyi birleştiren şey Marx'ın yazının başında
alıntıladığım vurgusunda yatıyor. Her sınıf mücadelesi
siyasi bir mücadele ise, siyasi mücadelede sınıf analizini elden
bırakmamak gerekiyor. Sınıf mücadeleleri ekonomik çelişkiler
temeline yaslansa da kendini ülke ölçeğinde dışa vururken
toplumsal formasyonun bütünü üzerinden ortaya koyuyor. Her daim
sürmekte olan bu mücadelede emekçi sınıfların pozisyonları
zayıf olduğu sürece dar anlamıyla ekonomik düzlemde de genel
anlamda siyasi ve ideolojik mücadele düzleminde de sermaye
sınıfının kazanımlarının ardı arkası kesilmiyor. Bu nedenle
siyasi mücadele marksizmin olmazsa olmazı.
Bu
yazıda yapmaya çalışacağım şey marksizm ile siyasi mücadele
ilişkisini teorik bir zeminde yeniden tarif etmek değil. Gelenek
külliyatı açısından bakacak olursak bu ilişkinin zaten başından
beri derginin varlık nedeni haline geldiğini söyleyebiliriz.
Ben daha çok
Haziran öncesi ve sonrası kimi önemli gelişmeleri bu eksene
yerleştirerek, anlamak ve değiştirmek arasındaki diyalektiği
örneklemeye çalışacağım. Bu bakımdan ilk uğrağımız
eylemlerin açığa çıkması için nelerin etkili olduğu sorusu
olacak. Yine bu konuda ayrıntılı bir döküm yerine ihmal edilen
bir gündemi merkeze alan bir değerlendirme yapacağım. Bunun
ardından ise Haziran sonrası siyasi olasılıkları ele alırken
marksizmin nasıl bir silaha dönüşeceğini örneklemeye
çalışacağım.
Pre-Haziran: Yeni
Osmanlı Suriye kapılarında
AKP
eliyle kurulmak istenen ve bizim ısrarla İkinci Cumhuriyet olarak
kodladığımız rejimin üzerine inşa edildiği sac ayakları
konusunda “artık” pek tartışma kalmadı sanırım. ABD
emperyalizminin bölgesel ihtiyaçları, bir bütün olarak Türkiye
burjuvazisinin ihtiyaçları ve bu ikili görevin yerine
getirilebilmesi için Türkiye gericiliğinin dizginlerinden
boşanması İkinci Cumhuriyet rejiminin temel dayanakları oldu.
Burada AKP rejimi
yerine İkinci Cumhuriyet rejimi ifadesinin kullanılması, Haziran
sonrası Türkiye'den AKP sonrası Türkiye'ye geçiş açısından
önem taşıyor. AKP'nin liderliğinde gerçekleşen dönüşüm
yukarıda sayılan aktörlerin tamamı için temel hedef sayıldı.
Dolayısıyla bu hedef aynı anlama gelmek üzere İkinci Cumhuriyet
olarak kurulmak istenen rejimi temsil ediyordu ve düzen içi
herhangi bir muhalefet odağının bu tabloyu reddetmesinin sınırları
vardı. Bu durumun geleceğe dair sonuçlarına Haziran sonrasını
ele alırken tekrar döneceğim. Şimdilik bu dönüşümün
kodlandığı ana eksenden kopmayalım.
Yeni Osmanlı
rüyasından bahsediyorum.
İkinci
Cumhuriyet'in kendine toplumsal meşruiyet sağlamak için en büyük
girişimi Yeni Osmanlıcı bir stratejik sıçrama iddiası oldu:
“Türkiye'deki
hakim siyasi elitin ülkeye biçtiği sistem-içi periferik rol Türk
toplumunun gerçeklerine, tarihi birikimine ve gelecekle ilgili ideal
ve beklentilerine uygun düşmemektedir. Türk toplumu bütünü ile
kendini yeniden tanımlama çabası içerisindedir. Bu yeniden
tanımlama çabası yaşanan kimlik bunalımının tabii
uzantısıdır.”
Türkiye kapitalizmi
başta olmak üzere yukarıda sayılan aktörlerin İkinci Cumhuriyet
rejimine ikna olmasının ve AKP iktidarının gücünün kaynağı
bu yaklaşım oldu.
Yeni Osmanlı, bu
köklü değişimin toplum tarafından pozitif bir içerikle
algılanması için ihtiyaç duyulan araç haline geldi. Türkiye'nin
büyüyerek yayılacağına dair inanç hem milliyetçi desteğin
yanı sıra “ulusalcı” muhalefet içinde bir paralizasyona neden
olacaktı hem de “büyük Türkiye”den herkesin payına birşeyler
düşecekti. Bu pozitif vurgulara ek olarak ülke dışında itibarı
ve etkisi artan bir rejimin içerideki muhalefeti ezmek konusunda
yalnız dinselleşmeden ibaret olmayan bir güce ulaşacağı da işin
çok önemli olan bir başka boyutuydu.
Nihayetinde, içeride
milyonluk Cumhuriyet Mitingleri'ni yenen AKP, uzun süreli
hazırlığının bir sonucu olarak “One Minute” şovu ile Yeni
Osmanlı'nın marşına basmış oldu. Bu hamle Davutoğlu tarafından
ifade edilen yayılmanın en kritik adımı sayılabilir ve son
derece planlı bir agresiflik olarak not edilmesi gerekir.
Tunus,
Mısır ve Libya başta olmak üzere pekçok ülkede yaşanan büyük
çalkantı ve onu izleyen emperyalist restorasyon girişimleri
AKP'nin Yeni Osmanlı yelkenini üfleyecek bir olanak şeklinde
sunuldu.
Yazının konusu AKP
dönemi dış politikası olmadığı için varılan sonuca
sıçramakta bir sakınca bulunmuyor. Yeni Osmanlı projesi bir bütün
olarak Haziran ayında yerle bir oldu!
Ancak yıkılan
binanın temelleri Hazirandan önce zaten sarsılmıştı!
Dış
politika alanında iç dinamikleri de kendine bağlayacak bir
serüvene atılan İkinci Cumhuriyet yol almak istiyordu ancak
AKP'nin Libya saldırısı sırasında “NATO'nun Libya'da ne işi
var?”
diyerek aklının yavaş çalıştığını göstermesinin ardından,
bu zaafını kapatmak için yaptığı hızlı Suriye hamlesinde ise
ofsayta düştü.
Suriye konusunda
yaşanan her başarısızlık örneği AKP'nin içerideki
inandırıcılığından çalıyordu. Üç saat içinde Şam'da Cuma
namazı kılma iddiasındaki bir iktidarın Suriye tarafından
düşürülen uçağı, yenilginin nişanesi olarak akıllarda yer
etti. Böylesi bir sıkışmanın içindeyken gündeme gelen “Kürt
sorununun çözümü için demokratik anayasa” hamlesi ise durumu
makyajlamaya yetmedi.
İkinci Cumhuriyet
dökülüyordu.
11 Mayıs 2013 günü
Reyhanlı'da patlayan bombalar en az 52 yurttaşımızın hayatına
malolurken ülke çapında büyük bir kırılmaya neden oldu. Daha
önce Antakya'yı kaybettiğini söylediğimiz AKP, bütün ülkeyi
kaybetmeye doğru ilerliyordu. Patlamadan önceki birkaç haftayı
kaplayan hararetli “başkanlık” tartışmaları birden son
buldu. Reyhanlı'da gözlenen yenilgi ve acizliğin ilk sonucu
Erdoğan'ın başkanlık hayallerinin suya düşmesi oldu.
Bu
son nokta bana kalırsa Haziran ayında yaşanan şiddetli direnişin
fitilini ateşleyen temel gelişme oldu. Yukarıda değindiğim
İkinci Cumhuriyet'e doğru dönüşümünün halkımız açısından
kabul edilemez bir karakter taşıdığı ve ülkenin dinamiklerinin
bu karşı devrimci dönüşüme sığmayacak kadar kuvvetli olduğu
Gelenek
sayfalarında defalarca ifade edilmişti. Tepkinin şiddeti ve ölçeği
ise öngörülemiyordu.
Reyhanlı patlaması
ile cisimleşen “AKP'nin Suriye yenilgisi” olmaksızın
Haziran'daki toplumsal patlamanın bu şiddette olamayacağını
söylemek herhalde abartılı bir değerlendirme olmaz. Bu bölümün
başında çizdiğim Yeni Osmanlı çerçevesi Suriye'de başarı
kazansaydı elbette AKP diktatörlüğü İkinci Cumhuriyet'çi bir
dönüşüm için sergilediği baskıları artıracak, ancak bunun
karşısında solun dışında direnmesi beklenen geniş halk
kesimleri tedirginlikle kenarda bekleyecekti.
Bu söylediğime
tarihten örnekler vermek de mümkün. 1904-05 senelerinde
gerçekleşen Rus-Japon Savaşı'nda hezimete uğrayan Çarlık
Rusyası'nın, 1905 Devrimleri ile nasıl da sarsıldığı
biliniyor. Dış politikada alınan askeri ve siyasi yenilgilerle
ülkenin boynunu büken bir rejimin ülke içindeki toplumsal
desteğinin ya da meşruiyetinin azalması kaçınılmaz. Bu
meşruiyet yitiminin bir devrimci atılıma kapı aralaması da
öyle...
Bir başka örnek
Vietnam Savaşı'nın ABD toplumuna etkileri üzerinden
düşünülebilir. Art arda gelen cenazelerin ve savaşın uzamasının
sonucunda doğan “başarısızlık” hissi olmadan Vietnam
sendromunu ve savaş karşıtı büyük eylemleri anlamak pek mümkün
olmasa gerek.
Tekrar
konumuza dönecek olursak, “AKP Suriye'de başarmış olsaydı...”
demiyorum. “-seydi, -saydı” gibi değerlendirmelere ne tarihte
yer var ne de sınıf mücadelelerinde. Benim iddiam, “AKP
Suriye'de başaramadığı için Haziran'da da yenildi” şeklinde
özetlenebilir.
“AKP
Suriye'de başarmış olsaydı” şeklinde bir akıl yürütmenin
anlamsız olacağını söylemiş oldum. İşte kanımca marksizm ile
siyasi mücadele ilişkisi bakımından kritik bir nokta burası.
Marksizm, verili bir ülkeye bakarken o ülkenin
emperyalist/kapitalist sisteme eklemlenme biçimini, sınıfsal
gelişmişlik düzeyini, toplumsal sınıfların verili durumunu ve
bütün bunların oluşturduğu bütünlüğün dinamiklerini ele
alır. Bu dinamiklerin hangi sonuçlara neden olabileceği ve bu
gelişmelerin devrimci mücadele açısından ne tür anlamlar ifade
edeceği saptanırken ise “siyasi mücadele” hem anlamak hem de
müdahale etmek için en temel araç haline gelir.
AKP eliyle
kalkışılan İkinci Cumhuriyet yolculuğunun güvenli limanlarda
son bulamayacağı yani İkinci Cumhuriyet'in asla kuruluşunu
tamamlayamayacağı saptaması işte bu zemine oturuyor. AKP bir
beceriksizler sürüsü olabilir ancak onlar çok becerikli olsalardı
da bu ülkenin iç ve dış dinamikleri bu yönde bir gerici dönüşümü
mümkün kılacak özellikler taşımıyordu.
Bunun
zamanında ortaya konması için müneccim olunması ise gerekmiyor.
Ocak 2013 tarihli Gelenek
dergisinin “İkinci Cumhuriyet'te Dış Politika: İflah mı İflas
mı?” başlıklı dosyası bu bakımdan anlamlı bir bütünlüğe
sahip. Özellikle Mehmet Karaoğlu imzalı yazı
dikkatle okunduğunda İkinci Cumhuriyet'in alacağı yenilginin
izlerini okumak mümkün. Siyasi ve ideolojik yetersizliklerinin yanı
sıra ekonomik ve askeri iddiaların da abartılı olduğu ortadayken
yaklaşan AKP yenilgisini hesaba katmayan bir “marksizm”in pek de
marksizm olmadığını söylemek mümkün.
Bu
bakımdan van minüt şovuna “ya Osmanlı'ya dönüş ya sosyalist
cumhuriyet” diyerek yanıt veren
TKP tarafından Arap Baharı tartışmalarında sergilenen titizlik,
Suriye başlığında sergilenen kararlı mücadele marksizm ile
siyasi mücadele arasındaki diyalektik ilişkiye dair en güncel
örnekler olarak saptanmalı. Çünkü devrimci mücadele açısından
marksizm en çok bu gibi anlarda ihtiyaç duyulan bir silah.
Eğer marksizm zaten
yaşanmış olan gelişmelerin nedenlerini ortaya koymaya çalışan
tarih biliminden bir farka sahipse, siyasi mücadeleye uç veren
analizleri başa yazması ve siyasi mücadeleler sonucu açığa
çıkan gelişmeleri ise analizin parçası haline getirmesi gerekir.
Çünkü defalarca hatırlattığımız gibi, marksizmin temel
düsturu değiştirmek için ve değiştirmeye çalışırken
anlamaktır. Bu değiştirme iradesi ile bezenmemiş bir marksizmin
yöntemsel olarak zayıflaması kaçınılmaz bir sonuçtur.
Dolayısıyla
özellikle Suriye konusunda dağıtılan her bildiri, düzenlenen her
yerel ya da uluslararası konferans, yapılan her eylem ve sohbet
AKP'nin başarısızlığı üzerinden Haziran'a bağlanmıştır
diyebiliriz. Süreklileşmiş siyasi çalışmanın büyük toplumsal
sonuçlara eklemlendiğini unutan bir analizin Haziran eylemlerinin
bundan sonrasıne ne devredeceğine dair netliğe sahip olmasını
beklememek gerekir.
Bu bölümü
kapatırken bir yanlış anlamayı engellemek için son bir not
düşmek istiyorum. Buraya kadar yazdıklarımla insanların
Haziran'da verdikleri görkemli tepkinin tek nedeninin dış
politikada yaşanan sıkışma olduğunu söylemiş olmuyorum.
Elbette kitlelerin AKP'ye isyan etmek için son derece yaşamsal
gerekçeleri vardı ve biz bunu, özetle, Türkiye'nin İkinci
Cumhuriyet'i kusması olarak ifade ediyoruz. Ben sadece daha önce de
benzer gerekçelere sahip olan insanların AKP'nin karşısına bu
kadar radikal ve kitlesel bir şekilde çıkmalarının önünü açan
kırılma anını vurgulamak istiyorum. Ne oldu da insanlar “yeter
be” diyecek gücü ve cesareti kendilerinde buldular? Bu bakımdan
zaten homurdanan bir dereler yumağı olan Türkiye'nin sel olup
akmasını engelleyen baraj yıkılmadan yaşanmayacak bir insan seli
oldu Haziran. Suriye yenilgisi ise o barajdaki büyük gedik...
Post-Haziran:
devrimci iyimserliğin kaynağı
Haziran
eylemleri neredeyse herkes için şaşırtıcı bir sürpriz oldu.
Eylemlerin kendiliğinden karakteri tartışılmaz bir geçerliliğe
sahip. Ancak kendiliğindenlik ile tesadüfilik farklı şeyler. Eğer
Haziran eylemleri tesadüfi ise üzerine tartışmanın ve yön
vermeye çalışmanın anlamı bulunmuyor. Oysa yukarıda ifade
etmeye çalıştığım gibi bu eylemler rasgele açığa çıkmadıysa,
gelişmelerin seyrini sezip müdahale etmek mümkün.
Burada
esas konuya girmeden önce Haziran'da ne olmadığına dair bir kaç
not düşmekte fayda var.
Alabildiğine
siyasallaşan bir halk ayaklanması olan Haziran eylemlerinin kentsel
ranta karşı bir bilinç sıçraması anlamına gelmediğini
söyleyebiliriz örneğin. Eylemlere katılanların büyük
çoğunluğunun çevre ve kentsel/kamusal mekan duyarlılığının
iddia edilen seviyenin epey altında olduğu bir sır değil.
İnsanlar elbette Gezi parkında sembolize olan bir direniş
sergilediler ancak en ısrarlı ve kitlesel slogan “hükümet
istifa” olduysa bunun çevre ve kent dışı bir sebebi olmalı.
Türkiye'nin toplumsal dinamikleri çevre sorununu da içeren ama
ondan çok daha zengin bir karakterde dışa vurdu kendini
Haziran'da.
İkinci
olarak, eylemleri tetikleyen gelişmenin Kürt sorununda yaşanan
barış atmosferi olmadığını
da söyleyebiliriz. BDP'li siyasetçiler tarafında ifade edilen ve
benim kesinlikle katılmadığım bu görüş doğru ise BDP kanadı,
yıllardır Kürt sorununun halkın mücadelesini engelleyen bir
mazeret olduğunu da kabul etmiş oluyor. Demek yıllarca kendi
laflarından milim sapmayan çesitli solcuları durduk yere
azarlamışlar halkı örgütleyemedikleri için...
Üçüncü
olarak, her iki iddiayı da bütünleyen bir noktaya ulaşıyoruz:
Haziran eylemlerinin bir “doğrudan demokrasi” pratiği olarak da
ortaya çıkmadığını
söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın halkın büyük bölümünün
coşkuyla sahip çıktığı “hükümet istifa” sloganını
“darbecilerin sloganı” diye yaftalamaya çalışmasının zerre
kadar toplumsal değeri ve gerçekliği bulunmuyor. Ayağa kalkan
halk kitleleri, isyan ederek değiştirmek istedikleri tüm
kötülüklerin sembolü olarak gördüğü AKP hükümetinin
istifasını talep etti. Zaten eylemlerin kitleselliğinin inişe
geçtiği moment de bu sloganın yerine “doğrudan demokrasi”
girişimlerinin halka “Gezi ruhu işte bu, bunu yaparsanız
direnmiş olursunuz yoksa düzen içi kalırsınız” diye
dayatılmaya başlandığı an oldu.
Bu
son noktanın anlamı şu: Haziran eylemleri ilelebet aynı biçim ve
içerikle devam edemeyeceğine göre, onun bir nostalji unsuru
olmasına izin vermeyecek ve daha büyük bir sıçramanın zemini
haline getirecek müdahaleyi örgütlemek Haziran sonrası
mücadelenin en devrimci görevidir.
Şimdi yanıtlanması
gereken soru “Haziran'ı yaşayan Türkiye”nin devrimcilere ne
vaat ettiği.
Açıkçası bu
soruya verilecek yanıtın ilk adımı AKP'nin kaybetmiş olduğunu
veri almak olmalı. Veri almaktan kastım tartışmasız bir kabul
değil elbet. Ancak AKP gücünü koruyorsa da korumuyorsa da bu
tartışmanın bazı kriterler üzerinden yürütülmesi gerekir.
Yine marksizm ve
siyasi mücadele diyalektiğine geldik...
AKP'yi iktidara
taşıyan dinamikleri emperyalizmin ihtiyaçları, Türkiye
burjuvazisinin beklentileri ve Türkiye gericliğinin oluşturduğu
koalisyon olarak vurgulamıştık. “AKP bitti” saptamasına
itiraz edilecekse, bu başlıklarda yoluna kararlılıkla devam
ettiğinin ortaya konması gerekir. Aksi takdirde ortaya konan şey
“doğru ya da yanlış” bir siyasi analiz değil “bence böyle
ya” gibisinden bir ciddiyetsizlik anlamına gelecektir.
Fazla uzatmadan bu
üçlü sac ayağına yakından bakabiliriz.
ABD
emperyalizminin AKP hükümetinde bölgesel bir taşeron gördüğünü
söyleyebiliriz. Bu taşeron basit bir ifade ile ana şirkete bir
ihale teklifi vermiş ve “senin işlerinin yürümesi için ben
tahmin ettiğinden fazla katkı sunarım” diye göze girmeyi
başarmıştı. Ancak göze girdi diye ihaleyi tamamlamadan hakediş
alması beklenmemeliydi.
Türkiye'nin ihale
dosyasında yazan öneri, Ortadoğu ve İslam dünyası nezdinde
sıkışan ABD emperyalizmi için “Müslüman” bir ortağın
işleri kolaylaştıracağı ve AKP'nin örgütleyeceği bir “sunni
ekseni” üzerinden İran'ı yalnızlaştırmayı başaracağıydı.
Kulağa hoş geliyor doğrusu. Ancak kazın ayağının öyle
olmadığı yazının ilk bölümündeki özetten de anlaşılmış
olmalı.
Bu durumda ABD
emperyalizminin Erdoğan'a sınırsız taviz vermek yerine kendi
işini kendisinin görmeyi seçmesi AKP'nin aldığı yaranın
büyüklüğünü gösteriyor. ABD tarafından Barzani ile kurduğu
petrol ilişkisi ve Haşimi nedeniyle yaşanan gerilim sayesinde
merkezi Irak Hükümeti'ni İran'ın kucağına ittirmekle
eleştirilen AKP, Maliki yönetimi ile arayı düzeltmek için
uğraşırken ABD-İran görüşmelerinde anlaşma sağlandığı
haberi düştü gündeme. Türkiye kuracağını iddia ettiği sunni
ekseni ile ABD'ye yaranmaya çalışırken ABD'nin “biz İran'la
anlaştık” demesi Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin ipinin
çekildiğinin ”bir başka” kanıtı olarak not edildi.
AKP'yi
iktidara taşıyan ikinci unsur olan Türkiye burjuvazisi başlığında
da işlerin iyi gittiği söylenemez. Bir kere “İkinci Cumhuriyet”
üzerinden büyüyeceği iddia edilen pasta “bozulma” riski
taşımaya başlamış oldu. Mısır ile yaşanan kriz, Irak Merkezi
Hükümeti ile yaşanan kriz ve Suriye krizi... Bu tartışmaların
Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmesi ve son olarak
ABD-İran anlaşmasının ardından İran'ın Türkiye'den son bir
kaç yıllık performansının hesabını soracak olması da
cabası... Bu manzaranın Türkiye burjuvazisine eskisinden daha
yoğun bir sermaye ihracı fırsatı sunmayacağını
söyleyebiliriz.
Buna ek olarak, hem
burjuvazi hem de gerici koalisyon açısından önemsenen “istikrar”
söyleminin de önce Suriye sonra Haziran yenilgileri ile son bulması
düşünüldüğünde AKP hükümetinin neden “bittiği”
rahatlıkla anlaşılabilir. Burada konuyu marksizm açısından ele
alan yaklaşımın bu kriterlere başvrması ya da bunların yerine
başka kriterler önermesi gerekiyor. Aksi takdirde tartışmanın
geleceğe bir şey devretme olasılığı neredeyse yok.
Peki devrimci
iyimserliğin kaynağı yalnızca ABD, Türkiye burjuvazisi ve gerici
koalisyonun AKP'ye olan desteğini sınırlaması ya da bazı
örneklerde kesmesi mi? Bu değerlendirme gerçekten marksizmin
dönüştürücü gücünün hafife alınması anlamına gelir.
AKP rejimi yerine
İkinci Cumhuriyet rejimi kavramlaştırmasını önerirken, bu
konuya daha sonra tekrar döneceğimi söylemiştim. Bugün AKP
iktidarında cisimleşen ve yerlerde sürünen rejim gerçekten de
İkinci Cumhuriyet rejimidir çünkü bunun dışında ne İkinci
Cumhuriyet'in elinde bir alternatif bulunuyor ne de BDP dahil olmak
üzere meclis muhalefetinin zihninde ikinci Cumhuriyet dışı bir
toplumsal düzen kurgusu...
İşte
bu tablo devrimci iyimserliğin anahtarı. AKP'ye muhalif olma
iddiasındaki düzen içi özneler açısından AKP'nin yapamadığını
yapmayı önermekten başka bir seçenek bulunmuyor. Bunun en tipik
örneği olan CHP'nin hem ABD'ye, hem Türkiye burjuvazisine hem de
Gülen cemaatine kendini bependirmeye çalışmasının böyle bir
“nesnel” gerekçesi var. BDP açısından AKP'siz bir Türkiye
bir türlü ne oldunu anlayamadığımız “barış umudu”nun
sönmesi anlamına geliyor ve bu nedenle bu parti nefesini tutmuş
AKP'nin yenilmemesini bekliyor.
Bu
sıkışmanın nesnel bir zemini var: Haziran sonrası Türkiye'de
ucu İkinci Cumhuriyet rejimine dokunan en küçük eleştiri ya da
muhalefet bile kesinlikle sola yazacaktır. Ülkedeki gelişmelerin
sosyalizmi adım adım tek iktidar alternatifi haline
getirebileceğini söylememize imkan tanıyan bu durumun bir başka
önemli gerekçesi de doğrudan Haziran eylemlerinin kendisi oldu. Bu
denli büyük bir halk kitlesinin yaklaşık bir ay boyunca ülkenin
pekçok kentinin meydanlarını ve caddelerini zaptatmesi kaçınılmaz
olarak ülkenin toplumsal dokusunda sola doğru bir salınıma neden
olacaktır. Sokağın kitleleri sola çeken gücü iyimserliğimizin
bir diğer kaynağı sayılabilir.
İyimserliğin
nesnel temellerine dair son ama önemli bir vurguyu zayıf halka
kavramı üzerinden yapabiliriz:
“Birinci
(küresel) kertedeki bütünsellik ve bu bütünselliğin çelişkileri
ile ikinci kertedeki (ulus-devlet ya da belirli bir toplumsal
formasyon) bütünsellik ve onun kendi iç çelişkileri
sürdürülebilir bir “uyuma” ya da “eklemlenmeye”
gelmeyebilir. İkisi, bir noktadan sonra bağdaşmayabilir. Eğer
“zayıf halka” kavramının en azından teorik bir geçerliliği
varsa, kaynağı budur, böyle durumlardır.”
Burada
yalnızca bir teorik hatırlatma yapılmadığı kanısındayım. AKP
hükümetinin İkinci Cumhuriyet rejimi ile vaat ettiği Türkiye'nin
sonuç olarak karaya oturması ile ABD emperyalizminin yaşadığı
bölgesel sıkışmayı
aşmak için farklı arayışlara yönelmek durumunda kalması,
pekala Türkiye kapitalizmini büyük bir meşruiyet krizine
taşıyabilir.
Pro-Haziran: bize
bir Sol Cephe gerek!
Aslında “sonuç
yerine” de diyebilirdim ama Haziran ile ilişkilenmeyen bir sonucun
marksizm ile siyasi mücadeleyi bir potada buluşturamayacağını
yazının başından beri vurguladığım için bu ara başlığı
daha uygun gördüm.
AKP eliyle kurulmak
istenen İkinci Cumhuriyet rejiminin ülkemizin toplumsal dinamikleri
ile uyumsuz olduğu iddiası Anayasa tartışmaları ile birlikte
sınanmaya başlandığında, gelişmelerin bizim yani halkın lehine
seyredeceğini sezmek münkün olmuştu.
Devamında yaşanan
Suriye yenilgisi ise halkın önemli bir kesimini siyaseten paralize
hale getiren Yeni Osmanlı stratejisinin sadece iç dinamikler
açısından değil bölge ve dünya dengeleri açısından da
zorlama olduğunu ortaya koydu. Bu durumda eli kolu serbestleşen
halkımızın AKP iktidarını hallaç pamuğu gibi oradan oraya
savurduğu Haziran günlerini yaşadık.
Hükümet istifa
sloganın dönemin en meşru sloganı haline gelmesi ile AKP'nin
İkinci Cumhuriyet rejimini de tehlikeye atan yönetim tarzının
egemenler açısından da sorun olarak kodlandığına şahitlik
ettik. Obama'nın Suriye fırçası da cemaatin Kasım ve Aralık
aylarına yayılan AKP karşıtlığı da bu zeminde anlam kazandı.
Bu tabloda AKP'yi iktidara taşıyan üçlü yapının her biri,
AKP'nin meşruiyet kaybının kendilerinin meşruiyetine halel
getirmeyeceği bir pozisyon alma derdine düştü. Ülkede alenen ve
kitlesel ölçekte bir solculaşma yaşanırken ana mualefet
partisinin ısrarla kendisini daha sağ bir pozisyona yerleştirmeye
çalışmasının anlamı, AKP ile cisimleşen sağ iktidarın her
türlü alternatifinin sosyalizme kapıları ardına kadar açacak
olması ile mümkün oldu.
AKP'nin krizinin
Türkiye kapitalizminin krizi haline gelmemesi için sergilenen bu
çaba ne kadar yoğun olursa olsun, “zayıf halka adayı” olan
Türkiye'nin “zayıf halka”ya dönüşeceği bir momentin
işaretlerini almak mümkün hale geldi.
Bu
durumda, marksizmi rehber edinen bir siyasi mücadele hattının,
nesnel dayanakları açık olan iyimserliğini artırarak, kendini
çok daha köklü ve Haziran'ı da aşacak olan bir tarihsel sıçrama
için hazırlaması gerekir.
Marksizm değiştirmek
için ve değiştirirken anlamak ise, devrimcilere düşen misyon
hayatı sosyalizmi yakınlaştıracak taraflaşmalar üzerinden
kavramaktır. Bu bakımdan kabaca “bize bir Sol cephe gerek” diye
ifade edilen yaklaşımın yakın geleceğin devrimci görevleri
açısından vazgeçilmez olduğunu bir kez daha vurgulamakta fayda
var.
Yeni bir Türkiye
kurmak için ihtiyaç duyulan enerjinin ilk parlaması bizim görkemli
Haziran günlerimizde yaşandı. Bu parlamaya Türkiye kapitalizminin
yok oluşu anlamına gelecek bir büyük yangını arayan gözlerle
bakmadan devrimcilik olmaz.
Marksizm, proletarya
devriminin teorisidir.
Notlar