19 Ekim 2016 Çarşamba

Zamanın Gürültüsü: Şostakoviç mi ödlek, Barnes mı sahtekar?



1992’de ilk basımı Bulgarca yapılan Oklukirpi ile Todor Jivkov’un yargılanmasını “anında” masaya yatıran İngiliz yazar Julian Barnes kendini bir soğuk savaş çocuğu olarak tanımlarken nesnelliğe değil öznel katkısına işaret ediyormuş anlaşılan. Soğuk savaş pozisyonunu sürdüren Barnes son romanı Zamanın Gürültüsü ile büyük Sovyet besteci Şostakoviç’in hayatından üç kesiti ele alıyor.

Romanın üç bölümü de her seferinde şiddeti artan “bütün bildiği bunun en kötü zaman olduğuydu” cümlesi ile başlıyor. Tüm kitap boyunca çekilen “çileler” bu bölümlerdeki gerilimlere yerleştirilmiş.

İlk bölüm olan “sahanlıkta”da yıl 1936. Mtsenkli Lady Machbeth operasının Stalin tarafından ortasında terkedilmesiyle başlayan korku dolu günler… Öylesine bir korku ki bu, Stalin eseri beğenmedi ve Pravda’da eser “Müzik Yerine Karmaşa” adlı başyazıda ağır şekilde eleştirildi diye Şostakoviç bir kampa götürülmeyi ve orada ölmeyi beklemeye başlıyor. Hem de ne bekleme; elde çanta, takım elbise giyilmiş, NKVD üyeleri gelip onu götürürlerken çocukları ve karısı zarar görmesin diye asansör kapısının önünde günlerce sabahlatan cinsten.

Kitabın izleklerinden olan iktidarla konuşmalar ne kadar önemli bilemiyorum ancak, bu konuşmalarda Şostakoviç’in korkudan tir tir titreyen biri olarak resmedilmesi inanılır gibi değil. Bu kadar korkak bir insan nasıl olur da büyük bir içsel enerjiyi açığa çıkarması gereken eserler yazabilir? 

Bu soruyu yanıtlamasa da Barnes kahramanının bir ödlek olduğunu bizzat kendisi yazıyor. “Ödlek olmaktan başka şansı olmayan bir ödlek olarak Şostakoviç”, bu kadar zulme rağmen gıkını çıkarmıyor. İyi de neden? Bu sorunun yanıtı yok.

Bu sefer Stalin’in “zorlaması” ile katıldığı ve ABD’de gerçekleşen barış konferansındayız. Mecburen katıldığı her halinden belli olan Şostakoviç, CİA’den para aldığı bilinen Nicolas Nabukov’un aşağılamalarına maruz kalıyor. Aşağılama şu şekilde gerçekleşiyor: Nabukov Şostakoviç’e o dönemki Sovyet müzik politikasının unsurlarını anlatıp “buna kişisel olarak katılıyor musunuz” diye soruyor. Böylece Şostakoviç’in inanmadığı şeyleri devlet zoruyla papağan gibi tekrarlamak zorunda kalan bir zavallı olduğu kanıtlanmış oluyor. 

Bu sahne ve aşağılamayı doğru kabul edecek olursak romanın iç tutarlılığı açısından bir başka aşağılamayı görmemiz kaçınılmaz: Şostakoviç ilerleyen sayfalarda gerçekten inanmadığı şeyleri devlet zoruyla papağan gibi tekrarlayan bir zavallı olarak sunuyor kendini iç konuşmasında. Aslında Barnes açıkça Nabukov’un haklı olduğunu ve Şostakoviç’in korkak bir zavallıdan başka bir şey olmadığını söylemiş oluyor.

Şostakoviç’i yalnız bir ödlek olarak resmetmiyor Barnes. Sovyetler Birliği ile dost olan sanatçıları da ağır şekilde suçluyor Barnes’ın “Şostakoviç”i. Sovyetler Birliği ile dostça ilişki kuran Andre Malraux, Paul Robeson ve Bernard Shaw Şostakoviç tarafından hariçten gazel okumakla  suçlanıyor. Burada da durmuyor “Şostakoviç”, görsel sanatlardan pek anlamadığını kabul etse de “Picasso’nun orospu çocuğunun teki ve bir korkak olduğunu biliyordu.” Gerçeği konuşamayanlar adına konuşmak yerine “zengin bir adam gibi Paris’te ve Güney Fransa’da oturup o iğrenç barış güvercini defalarca resmedip durmuştu. O kanlı güvercinin görünüşünden tiksiniyordu.”

“Şostakoviç”in zılgıtından payını alanlar arasında Jean-Paul Sartre da bulunuyor. Bir keresinde oğlu Maksim’le telif hakları bürosuna gittiklerinde “büyük filozofu, veznedar gişesinin önünde ayakta, kabarık ruble tomarını büyük bir dikkatle sayarken görmüşlerdi.”(sf. 138-39)

Kitap aslında küçük bir kısmını aktardığım örneklerle dolu ve açık şekilde George Orwell izleri taşıyor. Kitapta Stalin’den sürekli “Büyük Önder ve Baş Dümenci” olarak bahsedilmesinin nedeni de bu. Keza Oklukirpi’de de “İlk Önder” ve “İkinci Önder” gırla gidiyordu.

Barnes’ın çizdiği Şostakoviç portesine duyduğum öfke onu sahtekar olarak suçlamamın tek nedeni değil. Bütün antikomünistler gibi süslü bir dille yalanlar söylüyor yazar. Pravda’daki “Müzik Yerine Karmaşa” yazısını büyük ihtimalle Stalin’in kendisinin yazdığını söyleten Barnes, o yazıyı yazanın David Zaslavsky olduğunun bilindiğinin farkında değil mi? Yoksa basit bir gerçeği saklayarak kurgusunun inandırıcılığını mı artırmaya çalışıyor?

Ayrıca kitapta Nicolas Nabukov’un CİA için çalıştığını bilen Şostakoviç, romanda “suçladığı” aydınların McCarthy soruşturmaları ile neler çektiğini bilmeyecek miydi? Nazi zulmünden kaçıp ABD’ye yerleşen onlarca müzisyen, yazar ve sanatçının komünist oldukları için yargılanıp sınır dışı edildiklerini duymayacak mıydı? Romanın sonlarında sürdürülen ahlaki iç tartışmada en azından ilk suçlamaları yaptığını iddia ettiği Şostakoviç, yanlış yaptığını bile kabul etmeyecek kadar alçak mıydı?

Şostakoviç’in “gerçek” hayatından bu kitaba sığmayan parçaları sıralamaya gerek görmüyorum. Türkçe çıkan eleştirilerin tümü nasıl da incelikli şekilde bir bestecinin dramının resmedildiğinden bahsedince yazmak farz oldu. Örneğin, Ömer Türkeş’in dediğine göre, “Zamanın Gürültüsü’nde Şostakoviç’in -bilinen- hayat hikâyesine büyük bir müdahale yok”muş! Oysa kitap temel olarak daha sonra içinde en az 15 tane yanlış olduğu kanıtlanan ve yazarı Şostakoviç değil Solomon Volkov olan Testimony adlı paçavraya dayanıyor. Kimsenin bunları bilmediğini mi sanıyorlar anlamak mümkün değil.

Peki, son olarak, bu yazdıklarımla bir romana tarihi tüm gerçekliği ile ortaya koyma görevi mi yüklüyorum? Böyle bir algı oluştuysa bunun kaynağı bizzat Julian Barnes olmalı. Çünkü kitabın sonunda yazdığı not ile romanın gerçeğe uygunluğunu kendisi iddia ediyor ve kitap hakkındaki okuduğum tek eleştirel değerlendirmeyi kaleme alan Richard Taruskin’in de belirttiği gibi bir roman yazarının özgürlüğünü ve bir tarihçinin otoritesini aynı anda istiyor ancak ikisi için birden çabalasa da hiçbirini başaramıyor.


Kaynak: http://haber.sol.org.tr/blog/serbest-kursu/ayhan-keser/zamanin-gurultusu-sostakovic-mi-odlek-barnes-mi-sahtekar-171799

2 Şubat 2014 Pazar

Tek Parti Döneminde Burjuvazi - Bürokrasi İlişkisi / Ayhan KESER

1. Giriş
Herhangi bir kapitalistleşme sürecinin ilk halkalarının kavranışı, izleyen aşamaların ele alınmasında büyük değer taşıyor. Öyle ki, daha sonra yaşanan dönüşümler ve bunlara dair tartışmalar, geçmişin değerlendirilmesinin izlerini bir doğum lekesi gibi üzerinde taşıyor. Örneğin o ülkede kapitalistleşmenin doğal değil iradi müdahalelerle yol aldığı düşünülüyorsa, ülkede daha sonra yaşanan tüm zorlukların faturası bu kuruluş dönemindeki “doğal olmayan” bağlanabiliyor. Benzer şekilde, yaşanan tıkanmanın kuruluş dönemindeki iradenin geri çekilmesine bağlayan görüşler de ortaya atılabiliyor.

Türkiye özeline dönecek olursak, bugünün en sıcak tartışma başlıklarının arka planında kurululş dönemindeki tercihlere dair itiraz ya da desteğin yer aldığını söylemek mümkün. Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik dönüşümü için ortaya atılan görüşlerin referans aldığı kritik konu, kuruluş döneminin öznesi olmaktadır. Tarihi sınıf mücadeleleri olarak gören marksist yaklaşımı ayıracak olursak, hem liberal hem muhafazakar tarih yaklaşımının değerlendirmesi, kuruluş döneminin bir bürokratik özne tarafından inşa edildiği yönünde.

Bu değerlendirmeyi negatif yönde ele alanlara göre, Türkiye kapitalizmi daha kuruluş döneminde sakatlanmıştır. Bu yaklaşım, kurucu bürokratik öznenin toplumun değerlerini hiçe sayan, elitist ve kendi dar grup çıkarlarını toplumun çıkarlarının üstünde tutan bir karaktere sahip olduğu şeklindedir. Konuya pozitif yaklaşım ise bu bürokratik kesimin toplumun çıkrları adına çalıştığını ve bu nedenle Cumhuriyet devrimlerinin hayata geçmesinde öncülük misyonunun çok değerli olduğunu vurgulamaktadır. Bu görüşe göre ülkede daha sonra yaşanan sıkıntıların kaynağında, bürokraside cisimleşen bu öncü iradenin daha sonra ortaya konamaması yatmaktadır.

Türkiye'de yaşanan dönüşümlerin nasıl ele alınmasına dair bu yaklaşım farkları, liberal, muhafazakar ve ulusalcı siyasi akımların bugün ve yarın değerlendirmeleri bakımından hayati önem taşımaktadır. Seçkinci bürokrasi ile “toplum”u karşı karşıya getiren bu değerlendirmeler öylesine araçsallaştırılmıştır ki, bir tartışmada birlikte tavır alıp hasımlarını “bürokratik elit” olmakla suçlayanların bir başka tarihsel momentte bu kez aynı suçlamayı birbirlerine karşı kullandıklarına şahit olmak mümkündür. Bunun taze örneği “17 Aralık (2013) operasyonu” olarak bilinen yolsuzluk ve rüşvet tartışmaları ile yaşanmaktadır. Özelllikle 2004-2011 döneminde Kemalist “bürokratik elit”e karşı birlikte mücadele eden AKP ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan tartışma ve ayrılık, AKP'nin Cemaat'i “devlet içine sızmış elitist yapı” olarak değerlendirmesini beraberinde getirmiştir.

Bu yaşananlar ışığında Türkiye kapitalizminin kuruluş dönemi olarak tabir ettiğimiz tek parti döneminin incelenmesi büyük bir öneme sahip. Analizi bürokratik elit ile toplum dikotomisine dayandıranların ortak yanılgısı, iktidarın sınıfsal karakterinin hesaba katılmıyor oluşudur. Bu nedenle bu çalışmanın temek sorunsalı burjuvazi ile bürokrasinin ilişkilerini diyalektik bir zeminde ele almak olacak. Bunu yapabildiğimiz takdirde, toplumdaki gerçek çelişki ve karşıtlığın bürokrasi ile burjuvazi arasında değil burjuvazi ile geniş emkeçi sınıflar arasında olduğunu ortaya koymak mümkün olacaktır.

Çalışmada önce burjuvazi, bürokrasi ve devlet ile neyin anlaşılması gerektiği ele alınıp bir kavramsal çerçeveye ulaşmaya çalışacağım. Bu kavramsal çerçevenin sınanacağı bir ara tartışma olarak Keyder'in(2009) konuya yaklaşımını inceleyip bunun eleştirisini yaptıktan sonra tek parti dönemini Boratav'ın(2012a) dönemlendirmesi ile 1923-31, 1932-39 ve 1940-46 olarak inceleyeceğim. Bu inceleme bize bürokrasi ile burjuvazi arasındaki doğrultu ortaklığını gösterme imkanı verirken, bugünün Türkiye kapitalizmine damga vuran birkaç önemli holdingin gelişim sürecinde bu bürokratik mekanizmanın nasıl işlev üstlendiğini de örnekler üzerinden ele alma imkanımız doğacak. Çalışmanın sonuç bölümünde ise ulaştığımız bulguları sıraladıktan sonra, kuruluş dönemindeki sınıf karşıtlığının zeminine işaret edeceğim.

2. Devlet, Burjuvazi ve Bürokrasi
Devleti sınıfsal aidiyetten yoksun bir araç olarak ele almanın yarattığı kafa karışıklığının ifadesi olarak burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkilerin yanlış bir zeminde ele alınmasından kaçınmak için öncelikle devlet, burjuvazi ve bürokrasi tanımlarını ilişkisel düzeyde yapmak gerekiyor.

Tarihsel açıdan devlet, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte bir ihtiyaç olarak kendini dayatmıştır. Toplumsal işbölümünün gelişmesi ve özellikle tarım devrimi ile birlikte, toplumun bir kesiminin üretim sürecinin dışında yer alma imkan ve zorunluluğu ile karşılaşılmış ve devlet örgütlenmesinin ilk adımları bu şekilde atılmıştır. Köleci toplumla birlikte ise Akdeniz çevresinde ilk devletler ortaya çıkmıştır (Eroğul, 2012: 21-23). İş bölümü ve mülkiyet ilişkilerinin doğuşu ile birlikte devletin ortaya çıkması ve bazı insanların üretmeden yaşama olanağına kavuşması, toplum içerisinde bir yönetici sınıf oluşumunu sağlayarak siyasetin devlet idaresinde önemli bir enstrüman olmasını sağlamıştır:
“Öyleyse, devlet varsa, ki sınıflı toplum devletsiz yaşayamaz, siyasal etkinlikler içinde, egemen üretim biçimini korumak ve geliştirmek için yapılanlara ek olarak devletin üstünlüğünü korumak ve geliştirmek için yapılanlar da yer alacaktır.” (Eroğul, 2012:27)

Bu söylenen, devletin egemen sınıfın ihtiyaçlarını gözetebilmek için sahip olmak zorunda olduğu toplumsal meşruiyetle ilgili önemli bir noktadır. Çünkü insanların devlet otoritesine boyun eğmeleri için zor dışı mekanizmalara da gereksinim duyulur. İkna ile zor birbirini tamamlayan iki unsur ise, zora eşlik eden bir iknanın zemini yukarıda alıntılanan yaklaşımda gizlidir. Çünkü her egemen sınıf kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunmak durumundadır(Marx ve Engels, 2010: 77).

Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte doğan modern devletin sınıfsal karakteri konusunda Marx ve Engels'in “modern devlet iktidarı”nı kapitalist sınıfın ortak işlerini yürüten bir komite olarak gören (2007: 13) yaklaşımı esas olarak devletin sınıfsal karakterini ortaya koymaktadır. Ancak bu sınıfsal karakter kendini her zaman tek boyutlu olarak göstermez. Kapitalizm koşullarında egemen sınıf üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan burjuvazidir. Bütün üstyapı kurumları kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğinin farklı biçimlerini oluştururlar. Ancak bu söylenen ekonomik temelin üstyapıya doğrudan yansıması olarak düşünülmemelidir. Üretim ilişkilerinin doğal sonucu olan burjuvazinin egemenliği, toplumsal formasyonun bütünü üzerinde çeşitli dolayımlar ile sağlanır. Yalman'ın ifadesi ile devlet, “... belirli toplumsal üretim ilişkileri bağlamında ortaya çıkan, o ilişkilerin tarihsel süreçlerde belirlenen somutlanma biçimidir”(2012: 79).

Egemen sınıf olan burjuvazinin ortak çıkarlarının korunması ve sistemin sürekliliğinin sağlanması için tek tek burjuvaların sahip oldukları ufkun ötesinde bir tarihsel mekanizmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bürokrasinin devlet örgütlenmesindeki teknik rolü bir kenara bırakıldığında asıl işlevi burada bulunmaktadır. Özellikle burjuvazinin doğum ve gelişim aşamalarında bürokrasinin bazı örneklerde burjuvaziden farklı bir toplumsal sınıf gibi davrandığı yanılgısı, analizi devlet-toplum dikotomisine dayandıran sivil toplumcu bir yapıya büründürmektedir. Oysa bürokrasinin burjuvazinin egemenliğinin sürmesi için bile belli bir göreli özerkliği koruması işin tanımında bulunmaktadır. Bu tartışmayı daha somut bir zeminine yerleştirerek sürdüreceğim.

3.1. Keyder'in Bürokrasi yaklaşımı ve Boratav'ın eleştirisi

Keyder'e özel bir ara bölüm açmamın nedeni, görüşlerinin(2009) bürokrasi – burjuvazi ilişkisi bakımından temel bir yanılgıyı çok iyi temsil ediyor olmasıdır. Bu nedenle bu kısa bölümde Keyder'in temel yaklaşımını ve Boratav'ın bu yaklaşıma getirdiği eleştirileri(2013) sunmak ilerleyen bölümler için faydalı olacaktır.

İlk söylenmesi gereken Keyder'in Osmanlı'yı feodal olarak görmeyen yaklaşımı olmalı. Mutlakiyetçi yapısı nedeniyle feodal beylerin gelişimi ve ticaret sermayesinin oluşumu gibi kapitalistleşmenin kuluçkalarından yoksun olan Osmanlı'da bürokrasinin bir sınıf karakteri kazandığı iddiası(Keyder, 2009: 15), 1923 kırılması ile birlikte yaşanan sert dönüşümlerin taşıyıcılığının burjuvazi yerine bürokrasiye düştüğü şeklinde değerlendirilmektedir. Burjuvaziden yoksun bri burjuva devrimi olarak 1923, ihtiyaç duyduğu itici iradeyi sergileyecek sınıfsal temelden yoksundur ve bu nedenle bürokrasi Osmanlı'dan kalma bir alışkanlıkla kendini ülkenin kurucusu/kurtarıcısı olarak görmektedir. Bu ise kapitalistleşme sürecinin ihtiyaç duyduğu yerli bir sermaye sınıfının oluşumunu yavaşlatan bürokratik kararlara neden olmakta ve kendini toplumun dışında konumlandıran bir bürokratik “elit” sınıf oluşmaktadır. Keyder bürokrasinin sahip olması gereken meşruiyetin farkında olduğu halde yine de bu kesimin “bal tutan parmağını yalar” misali kendi ekonomik çıkarları gereği bri sınıfsal pozisyon aldığı iddiasındadır(2009: 39).

Buraya kadar aktarılanlar Keyder'in fikirlerinin en kritik boyutlarını içermektedir ve yazıyı uzatmamak adına tüm tezlerin ayrıntılı değerlendirmesine girişilmeyecek. Boratav'ın bu görüşleri eleştirdiği çalışması bürokrasinin konumu ve işlevine dair sağlıklı bir çerçeveyi haizdir.

Osmanlı'nın feodal olmadığına dair görüşü ele alırken literatüre Asya Tipi Üretim Tarzı(ATÜT) olarak geçen mutlakiyetçi yapı analizine değinmekte fayda var. ATÜT olarak adlandırılan üretim tarzının klasik feodalizme uymadığı ortada ancak bu tarzın da “feodalizmin merkeziyetçi türü”(Boratav, 2012b: 32) olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır.

Boratav toplumsal sınıfların konumuna değindikten sonra yaptığı değerlendirme ile bürokrasinini Osmanlı döneminde artığa doğrudan el koymak suretiyle kısmen sınıf karakteri taşıdığını ancak cumhuriyet dönemi ile birlikte bu durumun mevcut olmadığını vurgulamıştır(2013: 185). Bir sınıf olmayan bürokrasi, egemen sınıfın çıkarlarının hizmetindedir ancak bu misyonunu yerine getirebilmesi için öncelikle tek tek burjuvaların ufkunu aşan bir kavrayış ile kapitalistleşmenin önünün açılması gerekmektedir.

Geç kapitalistleşme sürecindeki bir burjuva devrimi, ülke ölçeğinde sermaye birikimini gözeten politikaları hayata geçirmelidir. Bürokrasi, bu politikaların saptanmasının yanı sıra uygulanması için gerekli zorun ve iknanın örgütlenmesi açısından da burjuvazinin gelişimine hizmet etmektedir. Bürokrasinin toplumsal dönüşümlerdeki öncü rolü bir tercih değil zorunluluktur. Kapitalistleşmenin dinamosu olması gereken burjuvazi bu kadar zayıfken bürokrasinin işlevinde “kapitalist yaratma” misyonu belirleyici bir yer tutmaktadır.

Aşağıda inceleyeceğimiz dönemleri tüm ayrıntıları ile ortaya koymaktan ziyade, burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkiler bakımından önemli gördüğümüz bir kaç noktanın altını çizmekle yetineceğim. Bu sırada bürokrasinin bazen çıkar ilişkisi içine girip burjuvalaşmasını bazense aldığı kararların burjuvazinin önünü açan yapısını göstereceğim.

3.2. 1923-31 Dönemi

Cumhuriyet'in kuruluşundan 1931'e kadar geçen dönemi İzmir İktisat Kongresi ile başlatmak mümkün. Lozan görüşmeleri ile kendini batı dünyasına kabul ettirmek isteyen genç cumhuriyet kadroları, yaşanan tıkanmayı aşmak için İzmir İktisat Kongresi ile emperyalizme kapitalist yolu seçtiklerini vurgulama ihtiyacı hissetmişlerdir.(Timur, 2008: 74; Boratav, 2006: 42-43)

İzmir İktisat Kongresi'ni izleyen 1923-31 dönemine ekonomik açıdan damga vuran, ekonomiyi canlandırma arzusu olmuştur. Bu dönemim dikkat çeken adımları aşarın kaldırılması, İş Bankası'nın kurulması, Sanayi ve Maadin Bankası ile Şeker Fabrikaları, Teşviki Sanayi Kanunu ve inhisarlar olarak sıralanabilir(Boratav, 2006 ve 2012a).

Sayılan adımların tümü cumhuriyetin yeniden inşası için ihtiyaç duyulan sermaye birikimi ile ilişkilidir. Aşarın kaldırılması ile tarımda kapitalistleşmenin ve sermaye birikiminin hızlandırılması hedeflenirken İş Bankası'nın kurulması ile girişimcilere kredi sağlanması düşünülmüştür. Teşviki Sanayi Kanunu yerli burjuvazi için kolaylıklar anlamına gelirken inhisarlar hem dolaylı vergi aracılığıyla sermayeye kaynak aktarımı için kullanılmış hem de ortaklık üzerinden yerli burjuvazi oluşumuna katkı yapması planlanmıştır.

Burada özellikle İş Bankası'nın bürokrasi - burjuvazi ilişkileri açısından öneminini vurgulanması gerekiyor. 1924 yılında kurulan İş Bankası, 1945'e kadarki dönemde türkiye'de ekonomik hayatın merkezinde bulunuyordu(Öztürk, 2011: 194). İlk yönetim kurulunun tamamı CHP'li vekillerden oluşan İş Bankası, özel sermaye ile devlet arasında aracılık işlevi görmüş ve bu sırada bürokrasi içinden bazı kesimlerin çıkar sağlayarak burjuvalaşmaları süreci ortaya çıkmıştır ve bozulma çift yönlüdür:

“İş Bankası'nın faaliyetleri çerçevesinde belirginleşen bu olgu, sermaye çevreleri-siyaset bütünleşmesine, bir yandan eski Kuvayi Milliyecileri sırtlarında taşıdıkları siyasi nüfuzu kullanarak ticaret hayatının orta yerine sürüklerken; öte yandan da hükümetin iktisat politikası üzerinde aynı unsurların etkili olmalarını sağlayarak yol açıyordu.” (Boratav, 2006: 45)

Bu dönemde kurulan kamu fabrikalarının ortaklık yoluyla millit vekillerini bünyesine katmaları burjuvazi ile bürokrasinin işbirliğinin bör örneğini ortaya koyuyorken devlete ait inhisarlara yerli sermaye çevrelerinin ortak edilmesi de aynı yönde bir sonuca neden oluyordu. Ek olarak Teşviik Sanayi Kanunu, adı üzerinde, ülkenin sınai birikime sahip hale gelmesi için gerekli kolaylıkları sağlamayı hedeflemişti. Ancak rakamlar incelendiğinde, 1923-31 döneminin hissedilir bir sanayileşmeye neden olamadığı görülmektedir(Boratav, 2012a: 52).

3.3. 1932-39 Dönemi

Ele alacağımız ikinci dönem, burjuvazi – bürokrasi ilişkileri bakımından daha tartışmalı bir döneme tekabül etmektedir. Türkiye'de devletçilik dönemi olarak anılan bu yıllardaki iktisat politikaları hem ilk dönemki hamlelerin bir sanayileşmeye neden olmadığının görülmesi hem de 1929 krizi sonrası yaşanan içe kapanmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Bürokrasiye bağımsız bir sınıfsal karakter verilmesine benzer şekilde devletçilik tartışması da sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmadığında bir kez daha burjuvazi ile bürokrasi yapay şekilde karşı karşıya getirilecektir. Boratav başta olmak üzere pek çok iktisatçı, 1932-39 yıllarındaki korumacı-devletçi iktisat döneminin ulusal pazarın gelişimi ve yerli burjuvazi oluşumu için bri enstrüman olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle ben konuya buradan yaklaşmak yerine sermaye birikiminin zayıflığının bürokrasi üzerine ne tür yükler bindirdiğini ele alacağım.

Milli Türk Ticaret Birliği'nin kurucularından Ahmet Hamdi Başar, İzmir İktisat Kongresi'nin örgütleyicilerinin önde gidenlerindendi. Aslen bir liberal olan Başar, 1931 tarihinde en iyi devleti en iyi insanların oluşturacağı en iyi cemiyetin kuracağını, ancak, en iyi cemiyetin oluşması için de en iyi devletin oluşmasının gerektiğini yazıyor(Başar, 1995: 23). İktisadi devletçilik ile idari devletçilik arasında bir ayrım olduğunu vurgulayan Başar, bürokrasinin gücünü sermaye sınıfının güçsüzlüğünün bir türevi olarak değerlendirmektedir:

“Klasik idari devlet, ancak iktisadi sınıfların haricinde “memur sınıfı” teşkil etmiş, ve bir sınıf halinde kuvvetlenmiş olan memleketlerde vazifesini genişletmiştir; iktisadi sınıfların kuvvet ve mukavemeti ne kadar dar ve az ise “idari devlet”in ittisa hududu o kadar geniş ve açık olmuştur.” (Başar, 1995: 24)

Sıkı bir liberal burjuva olan Başar'ın yazdıkları devlet eliyle burjuvazi yaratımı konusundaki sınıf bilincinin bir yansıması olsa gerek. Ülkenin kapitalistleşme yolunda hızlı adımlar atabilmesi için ihtiyaç duyduğu altyapı yatırımlarına soyunan devlet bürokrasinin, nihayetinde burjuvazinin güçlenmesi ile birlikte misyonunun dönüşeceği düşünülmüş olmalıdır.

Yine aynı dönemde planlı ekonomi konusunda atılan adımlar da hızlı altyapı yatırımları hedefine dayanmaktadır. Özellikle enerji ve ulaşım alanlarındaki ihtiyacın karşılanması halinde sermaye birikiminin hızlanacağı düşünülmektedir.

3.4. 1940-46 Dönemi

1932-39 dönemindeki altyapı yatırımları ve planlı sanayileşmenin yaklaşan savaş nedeniyle duraklaması ile başlayan bu kısa dönemin en temel özelliği bir duraklama dönemi olmasıdır. Yatırımların savunmaya kaydırılması nedeniyle yaşanan kesinti sanayileşmeyi durdurmuş ve ülke bir geçici özel dönemden geçmiştir.

Bu süre zarfında ise yalnız Milli Korunma Kanunu ile tarımdan kaynak aktarımı yaşanmamış, 1942-44 yıllarına yayılan Varlık Vergisi ve 1944-1946 yıllarına yayılan Toprak Mahsulleri Vergisi ile de sermaye bileşimine müdahale edilmek istenmiştir. Özellikle Varlık Vergisi'nin yasada belirtilmediği halde gayri müslim azınlığa uygulanmış olması, sermayenin el değiştirmesi sonucunu doğurmuştur. Bu sayede zenginleşen Anadolu eşrafı “hacıağa” olarak anılan yerli burjuvazinin gelişiminde kritik öneme sahiptir(Boratav, 2012a: 88).

4. Sonuç

Sonuç bölümünde öncelikle Türkiye ekonomisine damga vuran bazı büyük sermaye gruplarının gelişimde devletin ve bürokrasinin payına dair Özgür Öztürk'ün değerli çalışmasından1 yola çıkarak kimi notlar düşeceğim.

Yukarıda İş Bankası'nın Türkiye ekonomisindeki özel rolünden söz etmiştim. Kurulduktan sadece üç sene sonra Ziraat Bankası'ndan fazla mevduat toplamayı başaran İş Bankası, sağladığı büyük kredilerle sermaye birikiminin kritik halkası konumundaydı(Öztürk, 2011:193). Ortaklık yapısı yerel eşraf ile milletvekillerinin ittifakına dayanan İş Bnkası'nın bu gücü, onunla temas halindeki bürokrasinin de bu ilişki ağına çekilerek İş Bankası'nın çıkarlarına hizmet etmelerini sağlıyordu. Bankanın kime, nasıl ve ne kadar kredi sağlayacağı sorularının yanıtı burjuvazi ile bürokrasi arasındaki giderek griftleşen ilişkide saklıydı. Bunun yanı sıra, 1930'lu yıllardaki devletçi politikalara sigortacılık ve madenciliğin dahil edilmeyişi İş Bankası'na büyük olanaklar sunulması anlamına gelmişti(Kocabaşoğlu vd., aktaran Öztürk 2011:196). Benzer şekilde, ilk sanayi planında cam tekelinin İş Bankası'na bırakılması da büyük bir rant getirdi. 1934 yılında tamamı ithal edilen yurt içi cam tüketiminin %61'i, 1936'a yani Paşabahçe Cam Sanayii'nin kuruluşundan bir yıl sonra bu fabrika tarafından karşılanıyordu(Koçak, aktaran Öztürk 2011:196). İş Bankası'nın İtibar-ı Milli Bankası'nı yutması finansal olduğu kadar siyasi bir hamleydi. “İttihatçıların İş Bankası” olarak anılan İtibar-ı Milli Bankası'nın ele geçirilmesi ile İttihatçı geçmişle hesaplaşılırken, bu bankanın sahip olduğu ayrıcalıklardan da kurtulunmuş olunuyordu(Kocabaşoğlu vd., aktaran Öztürk 2011:194).

Öztürk'ün incelediği büyük sermaye gruplarının çoğunun sanayi alanındaki yatırımları 1940 sonrası oluşmaya başladığından çalışmanın sınırlarının dışına taşıyor. Ancak bu sermaye grupları için de iki not düşmekte fayda var: birincisi, Koç grubu başta olmak üzere bu grupların ilk birikimleri ticaret sermayesi üzerinden olmuştur ve bunda savaş dönemlerinin sağladığı fahiş fiyat olanakları büyük pay sahibidir. İkinci olarak, ele aldığımız dönemde neredeyse her türlü ekonomik faaliyetin merkezinde olan İş Bankası sayesinde bu sermaye grupları da bürokrasi – burjuvazi ilişkilerinin içine çekilmektedirler.

Sonuç olarak, Türkiye kapitalizminin kuruluş döneminde sermaye birikiminde yaşanan sıkıntıların bir sonucu olarak öne çıkan bürokrasi, bağımsız bir sınıf karakteri taşımamaktadır. Bürokrasinin rolünün artmasının nedeni öncelikle burjuvazinin zayıflığıdır. Buna ek olarak, bürokrasiyi oluşturan bazı kesimlerin sermaye grupları ile kurdukları ilişkiler sayesinde burjuvalaşmakta oldukları da bir başka veridir. Sınıflı toplumların iç örgütlenmesinde özel bir misyona sahip olan devlet de bir sınıf karakterine sahiptir ve bürokrasinin “göreli özerk” konumu bunu değiştirmemektedir. Aksine, bu göreli özerklik sayesinde, bürokrasi hem kendi işlevini anlamlandırabilmekte hem de bir toplumsal meşruiyet geliştirebilmektedir.




Kaynakça
Başar, A. H. (1995). iktisadi Devletçilik ve Mevzuları. N. Coşar (Ed.), Türkiye'de Devletçilik içinde (ss. 23-40). İstanbul: Bağlam.
Boratav, K. (2006). Türkiye'de Devletçilik. Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012a). Türkiye iktisat tarihi, 1908-2009. Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012b). Toplumsal Sınıflar. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 29-40). İstanbul: Yordam Kitap.
Boratav, K. (2013). Emperyalizm, sosyalizm ve Türkiye. İstanbul: Yordam Kitap.
Eroğul, C. (2012). Siyaset. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 17-28). İstanbul: Yordam Kitap.
Keyder, Ç. (2009). Türkiye'de devlet ve sınıflar. İstanbul: İletişim.
Marx, K. ve Engels, F. (2007). Komünist Parti Manifestosu. (E. Özalp, Çev.) İstanbul: Yazılama.
Marx, K. ve Engels, F. (2010). Alman İdeolojisi. (S. Belli, Çev.) Ankara: Sol
Öztürk, Ö. (2011). Türkiye'de büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi. İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).
Timur, T. (2008). Türk devrimi ve sonrası. Ankara: İmge.
Yalman, G. (2012). Devlet. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 69-85). İstanbul: Yordam Kitap.


1Öztürk, Ö. (2011). Türkiye'de büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi. İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).

29 Ocak 2014 Çarşamba

Haziran'a Bakarken Marksizm ve Siyasi Mücadele - Ayhan KESER

Bu yazı, aynı anda yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığını bilmeden, 17 Aralık sabahı saat 05:25'te noktalanmıştı. Dolayısıyla AKP-Cemaat kavgasına neredeyse değinilmedi. Kimi açılardan eksik ve eski kalsa da  Haziran ile dış politika ilişkisi açısından faydalı olacağını düşündüğüm için paylaşmak istedim.

Her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.1


Haziran ayına yayılan görkemli halk hareketinin siyasi mücadeleye büyük sonuçlarla yansıması pek çok insanın beklentisi oldu. Bizzat eylemlerin her aşamasını var eden geniş halk kesimlerinin artık bazı şeyleri değiştirebileceklerine dair inançlarının artmış olması bile buna örnek olarak gösterilebilir. Değişimin hangi yönde olacağına dair görüşlerin çeşitliliği Haziran eylemleri açısından şaşırtıcı olmasa da, AKP hükümetinin miadını doldurduğu görüşü neredeyse AKP hariç herkesin kabul ettiği sonuçlardan biri oldu.

Ancak böylesine şiddetli bir hareketlenmenin sonuçlarını tartışırken referansların yitirilmesinin kafa karışıklığından başka bir sonuç vermesini beklemek yanlış olur. Örneğin Haziran ayında yaşanan patlamanın nedenleri hakkında sağlıklı değerlendirmeler olmaksızın sonrasına dair siyasi projeksiyonumuzun pek bir anlamının olmayacağını söyleyebiliriz. Burada kastettiğim her türlü olasılığı hesaba katan ayrıntılı bir neden sonuç analizi değil. Haziran'ı anlamak da sonrasını kurmak da aynı bütünün parçası ve belki de bu bakımdan dikkatlerin anlamak ile geliştirmek arasındaki ilişkiye yönelmesinde fayda var.

Bu söylenenler siyasi mücadelede doğrultu sorununun Haziran'ı anlamak ve geliştirmek açısından başat olduğu şeklinde okunmalı. Bu yapılmadığı takdirde Haziran eylemlerinin siyasi sonuçları konusunda filmin başa sarılması için harcanan büyük çabaya karşı koymak bir hayli zorlaşacak.

Bu noktada marksizm ve siyasi mücadele ilişkisinin önemi açığa çıkıyor. Marksizm kendini öncülü olan düşünsel akımlardan değiştirme2 misyonu ile ayırıyorsa, marksizmi tekrar yalnızca bir analiz aracı düzeyine geri çekmeye çalışmanın bir tür gericilik olacağı unutulmamalı. Dolayısıyla Haziran'ı anlamak ile onu ileri taşımak açısından marksizm ile siyasi mücadele arasındaki ilişkiyi diyalektik bir zemine yerleştirmek gerekiyor.

Analiz ile müdahaleyi birleştiren şey Marx'ın yazının başında alıntıladığım vurgusunda yatıyor. Her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadele ise, siyasi mücadelede sınıf analizini elden bırakmamak gerekiyor. Sınıf mücadeleleri ekonomik çelişkiler temeline yaslansa da kendini ülke ölçeğinde dışa vururken toplumsal formasyonun bütünü üzerinden ortaya koyuyor. Her daim sürmekte olan bu mücadelede emekçi sınıfların pozisyonları zayıf olduğu sürece dar anlamıyla ekonomik düzlemde de genel anlamda siyasi ve ideolojik mücadele düzleminde de sermaye sınıfının kazanımlarının ardı arkası kesilmiyor. Bu nedenle siyasi mücadele marksizmin olmazsa olmazı.

Bu yazıda yapmaya çalışacağım şey marksizm ile siyasi mücadele ilişkisini teorik bir zeminde yeniden tarif etmek değil. Gelenek külliyatı açısından bakacak olursak bu ilişkinin zaten başından beri derginin varlık nedeni haline geldiğini söyleyebiliriz.

Ben daha çok Haziran öncesi ve sonrası kimi önemli gelişmeleri bu eksene yerleştirerek, anlamak ve değiştirmek arasındaki diyalektiği örneklemeye çalışacağım. Bu bakımdan ilk uğrağımız eylemlerin açığa çıkması için nelerin etkili olduğu sorusu olacak. Yine bu konuda ayrıntılı bir döküm yerine ihmal edilen bir gündemi merkeze alan bir değerlendirme yapacağım. Bunun ardından ise Haziran sonrası siyasi olasılıkları ele alırken marksizmin nasıl bir silaha dönüşeceğini örneklemeye çalışacağım.

Pre-Haziran: Yeni Osmanlı Suriye kapılarında

AKP eliyle kurulmak istenen ve bizim ısrarla İkinci Cumhuriyet olarak kodladığımız rejimin üzerine inşa edildiği sac ayakları konusunda “artık” pek tartışma kalmadı sanırım. ABD emperyalizminin bölgesel ihtiyaçları, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları ve bu ikili görevin yerine getirilebilmesi için Türkiye gericiliğinin dizginlerinden boşanması İkinci Cumhuriyet rejiminin temel dayanakları oldu3.

Burada AKP rejimi yerine İkinci Cumhuriyet rejimi ifadesinin kullanılması, Haziran sonrası Türkiye'den AKP sonrası Türkiye'ye geçiş açısından önem taşıyor. AKP'nin liderliğinde gerçekleşen dönüşüm yukarıda sayılan aktörlerin tamamı için temel hedef sayıldı. Dolayısıyla bu hedef aynı anlama gelmek üzere İkinci Cumhuriyet olarak kurulmak istenen rejimi temsil ediyordu ve düzen içi herhangi bir muhalefet odağının bu tabloyu reddetmesinin sınırları vardı. Bu durumun geleceğe dair sonuçlarına Haziran sonrasını ele alırken tekrar döneceğim. Şimdilik bu dönüşümün kodlandığı ana eksenden kopmayalım.

Yeni Osmanlı rüyasından bahsediyorum.

İkinci Cumhuriyet'in kendine toplumsal meşruiyet sağlamak için en büyük girişimi Yeni Osmanlıcı bir stratejik sıçrama iddiası oldu:

“Türkiye'deki hakim siyasi elitin ülkeye biçtiği sistem-içi periferik rol Türk toplumunun gerçeklerine, tarihi birikimine ve gelecekle ilgili ideal ve beklentilerine uygun düşmemektedir. Türk toplumu bütünü ile kendini yeniden tanımlama çabası içerisindedir. Bu yeniden tanımlama çabası yaşanan kimlik bunalımının tabii uzantısıdır.”4

Türkiye kapitalizmi başta olmak üzere yukarıda sayılan aktörlerin İkinci Cumhuriyet rejimine ikna olmasının ve AKP iktidarının gücünün kaynağı bu yaklaşım oldu.

Yeni Osmanlı, bu köklü değişimin toplum tarafından pozitif bir içerikle algılanması için ihtiyaç duyulan araç haline geldi. Türkiye'nin büyüyerek yayılacağına dair inanç hem milliyetçi desteğin yanı sıra “ulusalcı” muhalefet içinde bir paralizasyona neden olacaktı hem de “büyük Türkiye”den herkesin payına birşeyler düşecekti. Bu pozitif vurgulara ek olarak ülke dışında itibarı ve etkisi artan bir rejimin içerideki muhalefeti ezmek konusunda yalnız dinselleşmeden ibaret olmayan bir güce ulaşacağı da işin çok önemli olan bir başka boyutuydu.

Nihayetinde, içeride milyonluk Cumhuriyet Mitingleri'ni yenen AKP, uzun süreli hazırlığının bir sonucu olarak “One Minute” şovu ile Yeni Osmanlı'nın marşına basmış oldu. Bu hamle Davutoğlu tarafından ifade edilen yayılmanın en kritik adımı sayılabilir ve son derece planlı bir agresiflik olarak not edilmesi gerekir.

Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere pekçok ülkede yaşanan büyük çalkantı ve onu izleyen emperyalist restorasyon girişimleri AKP'nin Yeni Osmanlı yelkenini üfleyecek bir olanak şeklinde sunuldu.5

Yazının konusu AKP dönemi dış politikası olmadığı için varılan sonuca sıçramakta bir sakınca bulunmuyor. Yeni Osmanlı projesi bir bütün olarak Haziran ayında yerle bir oldu!

Ancak yıkılan binanın temelleri Hazirandan önce zaten sarsılmıştı!

Dış politika alanında iç dinamikleri de kendine bağlayacak bir serüvene atılan İkinci Cumhuriyet yol almak istiyordu ancak AKP'nin Libya saldırısı sırasında “NATO'nun Libya'da ne işi var?”6 diyerek aklının yavaş çalıştığını göstermesinin ardından, bu zaafını kapatmak için yaptığı hızlı Suriye hamlesinde ise ofsayta düştü.7

Suriye konusunda yaşanan her başarısızlık örneği AKP'nin içerideki inandırıcılığından çalıyordu. Üç saat içinde Şam'da Cuma namazı kılma iddiasındaki bir iktidarın Suriye tarafından düşürülen uçağı, yenilginin nişanesi olarak akıllarda yer etti. Böylesi bir sıkışmanın içindeyken gündeme gelen “Kürt sorununun çözümü için demokratik anayasa” hamlesi ise durumu makyajlamaya yetmedi.

İkinci Cumhuriyet dökülüyordu.

11 Mayıs 2013 günü Reyhanlı'da patlayan bombalar en az 52 yurttaşımızın hayatına malolurken ülke çapında büyük bir kırılmaya neden oldu. Daha önce Antakya'yı kaybettiğini söylediğimiz AKP, bütün ülkeyi kaybetmeye doğru ilerliyordu. Patlamadan önceki birkaç haftayı kaplayan hararetli “başkanlık” tartışmaları birden son buldu. Reyhanlı'da gözlenen yenilgi ve acizliğin ilk sonucu Erdoğan'ın başkanlık hayallerinin suya düşmesi oldu.

Bu son nokta bana kalırsa Haziran ayında yaşanan şiddetli direnişin fitilini ateşleyen temel gelişme oldu. Yukarıda değindiğim İkinci Cumhuriyet'e doğru dönüşümünün halkımız açısından kabul edilemez bir karakter taşıdığı ve ülkenin dinamiklerinin bu karşı devrimci dönüşüme sığmayacak kadar kuvvetli olduğu Gelenek sayfalarında defalarca ifade edilmişti. Tepkinin şiddeti ve ölçeği ise öngörülemiyordu.

Reyhanlı patlaması ile cisimleşen “AKP'nin Suriye yenilgisi” olmaksızın Haziran'daki toplumsal patlamanın bu şiddette olamayacağını söylemek herhalde abartılı bir değerlendirme olmaz. Bu bölümün başında çizdiğim Yeni Osmanlı çerçevesi Suriye'de başarı kazansaydı elbette AKP diktatörlüğü İkinci Cumhuriyet'çi bir dönüşüm için sergilediği baskıları artıracak, ancak bunun karşısında solun dışında direnmesi beklenen geniş halk kesimleri tedirginlikle kenarda bekleyecekti.

Bu söylediğime tarihten örnekler vermek de mümkün. 1904-05 senelerinde gerçekleşen Rus-Japon Savaşı'nda hezimete uğrayan Çarlık Rusyası'nın, 1905 Devrimleri ile nasıl da sarsıldığı biliniyor. Dış politikada alınan askeri ve siyasi yenilgilerle ülkenin boynunu büken bir rejimin ülke içindeki toplumsal desteğinin ya da meşruiyetinin azalması kaçınılmaz. Bu meşruiyet yitiminin bir devrimci atılıma kapı aralaması da öyle...

Bir başka örnek Vietnam Savaşı'nın ABD toplumuna etkileri üzerinden düşünülebilir. Art arda gelen cenazelerin ve savaşın uzamasının sonucunda doğan “başarısızlık” hissi olmadan Vietnam sendromunu ve savaş karşıtı büyük eylemleri anlamak pek mümkün olmasa gerek.

Tekrar konumuza dönecek olursak, “AKP Suriye'de başarmış olsaydı...” demiyorum. “-seydi, -saydı” gibi değerlendirmelere ne tarihte yer var ne de sınıf mücadelelerinde. Benim iddiam, “AKP Suriye'de başaramadığı için Haziran'da da yenildi” şeklinde özetlenebilir.8

AKP Suriye'de başarmış olsaydı” şeklinde bir akıl yürütmenin anlamsız olacağını söylemiş oldum. İşte kanımca marksizm ile siyasi mücadele ilişkisi bakımından kritik bir nokta burası. Marksizm, verili bir ülkeye bakarken o ülkenin emperyalist/kapitalist sisteme eklemlenme biçimini, sınıfsal gelişmişlik düzeyini, toplumsal sınıfların verili durumunu ve bütün bunların oluşturduğu bütünlüğün dinamiklerini ele alır. Bu dinamiklerin hangi sonuçlara neden olabileceği ve bu gelişmelerin devrimci mücadele açısından ne tür anlamlar ifade edeceği saptanırken ise “siyasi mücadele” hem anlamak hem de müdahale etmek için en temel araç haline gelir.

AKP eliyle kalkışılan İkinci Cumhuriyet yolculuğunun güvenli limanlarda son bulamayacağı yani İkinci Cumhuriyet'in asla kuruluşunu tamamlayamayacağı saptaması işte bu zemine oturuyor. AKP bir beceriksizler sürüsü olabilir ancak onlar çok becerikli olsalardı da bu ülkenin iç ve dış dinamikleri bu yönde bir gerici dönüşümü mümkün kılacak özellikler taşımıyordu.

Bunun zamanında ortaya konması için müneccim olunması ise gerekmiyor. Ocak 2013 tarihli Gelenek dergisinin “İkinci Cumhuriyet'te Dış Politika: İflah mı İflas mı?” başlıklı dosyası bu bakımdan anlamlı bir bütünlüğe sahip. Özellikle Mehmet Karaoğlu imzalı yazı9 dikkatle okunduğunda İkinci Cumhuriyet'in alacağı yenilginin izlerini okumak mümkün. Siyasi ve ideolojik yetersizliklerinin yanı sıra ekonomik ve askeri iddiaların da abartılı olduğu ortadayken yaklaşan AKP yenilgisini hesaba katmayan bir “marksizm”in pek de marksizm olmadığını söylemek mümkün.

Bu bakımdan van minüt şovuna “ya Osmanlı'ya dönüş ya sosyalist cumhuriyet” diyerek yanıt veren10 TKP tarafından Arap Baharı tartışmalarında sergilenen titizlik, Suriye başlığında sergilenen kararlı mücadele marksizm ile siyasi mücadele arasındaki diyalektik ilişkiye dair en güncel örnekler olarak saptanmalı. Çünkü devrimci mücadele açısından marksizm en çok bu gibi anlarda ihtiyaç duyulan bir silah.

Eğer marksizm zaten yaşanmış olan gelişmelerin nedenlerini ortaya koymaya çalışan tarih biliminden bir farka sahipse, siyasi mücadeleye uç veren analizleri başa yazması ve siyasi mücadeleler sonucu açığa çıkan gelişmeleri ise analizin parçası haline getirmesi gerekir. Çünkü defalarca hatırlattığımız gibi, marksizmin temel düsturu değiştirmek için ve değiştirmeye çalışırken anlamaktır. Bu değiştirme iradesi ile bezenmemiş bir marksizmin yöntemsel olarak zayıflaması kaçınılmaz bir sonuçtur.

Dolayısıyla özellikle Suriye konusunda dağıtılan her bildiri, düzenlenen her yerel ya da uluslararası konferans, yapılan her eylem ve sohbet AKP'nin başarısızlığı üzerinden Haziran'a bağlanmıştır diyebiliriz. Süreklileşmiş siyasi çalışmanın büyük toplumsal sonuçlara eklemlendiğini unutan bir analizin Haziran eylemlerinin bundan sonrasıne ne devredeceğine dair netliğe sahip olmasını beklememek gerekir.

Bu bölümü kapatırken bir yanlış anlamayı engellemek için son bir not düşmek istiyorum. Buraya kadar yazdıklarımla insanların Haziran'da verdikleri görkemli tepkinin tek nedeninin dış politikada yaşanan sıkışma olduğunu söylemiş olmuyorum. Elbette kitlelerin AKP'ye isyan etmek için son derece yaşamsal gerekçeleri vardı ve biz bunu, özetle, Türkiye'nin İkinci Cumhuriyet'i kusması olarak ifade ediyoruz. Ben sadece daha önce de benzer gerekçelere sahip olan insanların AKP'nin karşısına bu kadar radikal ve kitlesel bir şekilde çıkmalarının önünü açan kırılma anını vurgulamak istiyorum. Ne oldu da insanlar “yeter be” diyecek gücü ve cesareti kendilerinde buldular? Bu bakımdan zaten homurdanan bir dereler yumağı olan Türkiye'nin sel olup akmasını engelleyen baraj yıkılmadan yaşanmayacak bir insan seli oldu Haziran. Suriye yenilgisi ise o barajdaki büyük gedik...

Post-Haziran: devrimci iyimserliğin kaynağı

Haziran eylemleri neredeyse herkes için şaşırtıcı bir sürpriz oldu. Eylemlerin kendiliğinden karakteri tartışılmaz bir geçerliliğe sahip. Ancak kendiliğindenlik ile tesadüfilik farklı şeyler. Eğer Haziran eylemleri tesadüfi ise üzerine tartışmanın ve yön vermeye çalışmanın anlamı bulunmuyor. Oysa yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi bu eylemler rasgele açığa çıkmadıysa, gelişmelerin seyrini sezip müdahale etmek mümkün.

Burada esas konuya girmeden önce Haziran'da ne olmadığına dair bir kaç not düşmekte fayda var.

Alabildiğine siyasallaşan bir halk ayaklanması olan Haziran eylemlerinin kentsel ranta karşı bir bilinç sıçraması anlamına gelmediğini söyleyebiliriz örneğin. Eylemlere katılanların büyük çoğunluğunun çevre ve kentsel/kamusal mekan duyarlılığının iddia edilen seviyenin epey altında olduğu bir sır değil. İnsanlar elbette Gezi parkında sembolize olan bir direniş sergilediler ancak en ısrarlı ve kitlesel slogan “hükümet istifa” olduysa bunun çevre ve kent dışı bir sebebi olmalı. Türkiye'nin toplumsal dinamikleri çevre sorununu da içeren ama ondan çok daha zengin bir karakterde dışa vurdu kendini Haziran'da.

İkinci olarak, eylemleri tetikleyen gelişmenin Kürt sorununda yaşanan barış atmosferi olmadığını da söyleyebiliriz. BDP'li siyasetçiler tarafında ifade edilen ve benim kesinlikle katılmadığım bu görüş doğru ise BDP kanadı, yıllardır Kürt sorununun halkın mücadelesini engelleyen bir mazeret olduğunu da kabul etmiş oluyor. Demek yıllarca kendi laflarından milim sapmayan çesitli solcuları durduk yere azarlamışlar halkı örgütleyemedikleri için...

Üçüncü olarak, her iki iddiayı da bütünleyen bir noktaya ulaşıyoruz: Haziran eylemlerinin bir “doğrudan demokrasi” pratiği olarak da ortaya çıkmadığını söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın halkın büyük bölümünün coşkuyla sahip çıktığı “hükümet istifa” sloganını “darbecilerin sloganı” diye yaftalamaya çalışmasının zerre kadar toplumsal değeri ve gerçekliği bulunmuyor. Ayağa kalkan halk kitleleri, isyan ederek değiştirmek istedikleri tüm kötülüklerin sembolü olarak gördüğü AKP hükümetinin istifasını talep etti. Zaten eylemlerin kitleselliğinin inişe geçtiği moment de bu sloganın yerine “doğrudan demokrasi” girişimlerinin halka “Gezi ruhu işte bu, bunu yaparsanız direnmiş olursunuz yoksa düzen içi kalırsınız” diye dayatılmaya başlandığı an oldu.

Bu son noktanın anlamı şu: Haziran eylemleri ilelebet aynı biçim ve içerikle devam edemeyeceğine göre, onun bir nostalji unsuru olmasına izin vermeyecek ve daha büyük bir sıçramanın zemini haline getirecek müdahaleyi örgütlemek Haziran sonrası mücadelenin en devrimci görevidir.

Şimdi yanıtlanması gereken soru “Haziran'ı yaşayan Türkiye”nin devrimcilere ne vaat ettiği.

Açıkçası bu soruya verilecek yanıtın ilk adımı AKP'nin kaybetmiş olduğunu veri almak olmalı. Veri almaktan kastım tartışmasız bir kabul değil elbet. Ancak AKP gücünü koruyorsa da korumuyorsa da bu tartışmanın bazı kriterler üzerinden yürütülmesi gerekir.

Yine marksizm ve siyasi mücadele diyalektiğine geldik...

AKP'yi iktidara taşıyan dinamikleri emperyalizmin ihtiyaçları, Türkiye burjuvazisinin beklentileri ve Türkiye gericliğinin oluşturduğu koalisyon olarak vurgulamıştık. “AKP bitti” saptamasına itiraz edilecekse, bu başlıklarda yoluna kararlılıkla devam ettiğinin ortaya konması gerekir. Aksi takdirde ortaya konan şey “doğru ya da yanlış” bir siyasi analiz değil “bence böyle ya” gibisinden bir ciddiyetsizlik anlamına gelecektir.

Fazla uzatmadan bu üçlü sac ayağına yakından bakabiliriz.

ABD emperyalizminin AKP hükümetinde bölgesel bir taşeron gördüğünü söyleyebiliriz. Bu taşeron basit bir ifade ile ana şirkete bir ihale teklifi vermiş ve “senin işlerinin yürümesi için ben tahmin ettiğinden fazla katkı sunarım” diye göze girmeyi başarmıştı. Ancak göze girdi diye ihaleyi tamamlamadan hakediş alması beklenmemeliydi.

Türkiye'nin ihale dosyasında yazan öneri, Ortadoğu ve İslam dünyası nezdinde sıkışan ABD emperyalizmi için “Müslüman” bir ortağın işleri kolaylaştıracağı ve AKP'nin örgütleyeceği bir “sunni ekseni” üzerinden İran'ı yalnızlaştırmayı başaracağıydı. Kulağa hoş geliyor doğrusu. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı yazının ilk bölümündeki özetten de anlaşılmış olmalı.

Bu durumda ABD emperyalizminin Erdoğan'a sınırsız taviz vermek yerine kendi işini kendisinin görmeyi seçmesi AKP'nin aldığı yaranın büyüklüğünü gösteriyor. ABD tarafından Barzani ile kurduğu petrol ilişkisi ve Haşimi nedeniyle yaşanan gerilim sayesinde merkezi Irak Hükümeti'ni İran'ın kucağına ittirmekle eleştirilen AKP, Maliki yönetimi ile arayı düzeltmek için uğraşırken ABD-İran görüşmelerinde anlaşma sağlandığı haberi düştü gündeme. Türkiye kuracağını iddia ettiği sunni ekseni ile ABD'ye yaranmaya çalışırken ABD'nin “biz İran'la anlaştık” demesi Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin ipinin çekildiğinin ”bir başka” kanıtı olarak not edildi.

AKP'yi iktidara taşıyan ikinci unsur olan Türkiye burjuvazisi başlığında da işlerin iyi gittiği söylenemez. Bir kere “İkinci Cumhuriyet” üzerinden büyüyeceği iddia edilen pasta “bozulma” riski taşımaya başlamış oldu. Mısır ile yaşanan kriz, Irak Merkezi Hükümeti ile yaşanan kriz ve Suriye krizi... Bu tartışmaların Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmesi ve son olarak ABD-İran anlaşmasının ardından İran'ın Türkiye'den son bir kaç yıllık performansının hesabını soracak olması da cabası... Bu manzaranın Türkiye burjuvazisine eskisinden daha yoğun bir sermaye ihracı fırsatı sunmayacağını söyleyebiliriz.11

Buna ek olarak, hem burjuvazi hem de gerici koalisyon açısından önemsenen “istikrar” söyleminin de önce Suriye sonra Haziran yenilgileri ile son bulması düşünüldüğünde AKP hükümetinin neden “bittiği” rahatlıkla anlaşılabilir. Burada konuyu marksizm açısından ele alan yaklaşımın bu kriterlere başvrması ya da bunların yerine başka kriterler önermesi gerekiyor. Aksi takdirde tartışmanın geleceğe bir şey devretme olasılığı neredeyse yok.

Peki devrimci iyimserliğin kaynağı yalnızca ABD, Türkiye burjuvazisi ve gerici koalisyonun AKP'ye olan desteğini sınırlaması ya da bazı örneklerde kesmesi mi? Bu değerlendirme gerçekten marksizmin dönüştürücü gücünün hafife alınması anlamına gelir.
AKP rejimi yerine İkinci Cumhuriyet rejimi kavramlaştırmasını önerirken, bu konuya daha sonra tekrar döneceğimi söylemiştim. Bugün AKP iktidarında cisimleşen ve yerlerde sürünen rejim gerçekten de İkinci Cumhuriyet rejimidir çünkü bunun dışında ne İkinci Cumhuriyet'in elinde bir alternatif bulunuyor ne de BDP dahil olmak üzere meclis muhalefetinin zihninde ikinci Cumhuriyet dışı bir toplumsal düzen kurgusu...

İşte bu tablo devrimci iyimserliğin anahtarı. AKP'ye muhalif olma iddiasındaki düzen içi özneler açısından AKP'nin yapamadığını yapmayı önermekten başka bir seçenek bulunmuyor. Bunun en tipik örneği olan CHP'nin hem ABD'ye, hem Türkiye burjuvazisine hem de Gülen cemaatine kendini bependirmeye çalışmasının böyle bir “nesnel” gerekçesi var. BDP açısından AKP'siz bir Türkiye bir türlü ne oldunu anlayamadığımız “barış umudu”nun sönmesi anlamına geliyor ve bu nedenle bu parti nefesini tutmuş AKP'nin yenilmemesini bekliyor.

Bu sıkışmanın nesnel bir zemini var: Haziran sonrası Türkiye'de ucu İkinci Cumhuriyet rejimine dokunan en küçük eleştiri ya da muhalefet bile kesinlikle sola yazacaktır. Ülkedeki gelişmelerin sosyalizmi adım adım tek iktidar alternatifi haline getirebileceğini söylememize imkan tanıyan bu durumun bir başka önemli gerekçesi de doğrudan Haziran eylemlerinin kendisi oldu. Bu denli büyük bir halk kitlesinin yaklaşık bir ay boyunca ülkenin pekçok kentinin meydanlarını ve caddelerini zaptatmesi kaçınılmaz olarak ülkenin toplumsal dokusunda sola doğru bir salınıma neden olacaktır. Sokağın kitleleri sola çeken gücü iyimserliğimizin bir diğer kaynağı sayılabilir.

İyimserliğin nesnel temellerine dair son ama önemli bir vurguyu zayıf halka kavramı üzerinden yapabiliriz:

Birinci (küresel) kertedeki bütünsellik ve bu bütünselliğin çelişkileri ile ikinci kertedeki (ulus-devlet ya da belirli bir toplumsal formasyon) bütünsellik ve onun kendi iç çelişkileri sürdürülebilir bir “uyuma” ya da “eklemlenmeye” gelmeyebilir. İkisi, bir noktadan sonra bağdaşmayabilir. Eğer “zayıf halka” kavramının en azından teorik bir geçerliliği varsa, kaynağı budur, böyle durumlardır.”12

Burada yalnızca bir teorik hatırlatma yapılmadığı kanısındayım. AKP hükümetinin İkinci Cumhuriyet rejimi ile vaat ettiği Türkiye'nin sonuç olarak karaya oturması ile ABD emperyalizminin yaşadığı bölgesel sıkışmayı13 aşmak için farklı arayışlara yönelmek durumunda kalması, pekala Türkiye kapitalizmini büyük bir meşruiyet krizine taşıyabilir.

Pro-Haziran: bize bir Sol Cephe gerek!

Aslında “sonuç yerine” de diyebilirdim ama Haziran ile ilişkilenmeyen bir sonucun marksizm ile siyasi mücadeleyi bir potada buluşturamayacağını yazının başından beri vurguladığım için bu ara başlığı daha uygun gördüm.

AKP eliyle kurulmak istenen İkinci Cumhuriyet rejiminin ülkemizin toplumsal dinamikleri ile uyumsuz olduğu iddiası Anayasa tartışmaları ile birlikte sınanmaya başlandığında, gelişmelerin bizim yani halkın lehine seyredeceğini sezmek münkün olmuştu.

Devamında yaşanan Suriye yenilgisi ise halkın önemli bir kesimini siyaseten paralize hale getiren Yeni Osmanlı stratejisinin sadece iç dinamikler açısından değil bölge ve dünya dengeleri açısından da zorlama olduğunu ortaya koydu. Bu durumda eli kolu serbestleşen halkımızın AKP iktidarını hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurduğu Haziran günlerini yaşadık.

Hükümet istifa sloganın dönemin en meşru sloganı haline gelmesi ile AKP'nin İkinci Cumhuriyet rejimini de tehlikeye atan yönetim tarzının egemenler açısından da sorun olarak kodlandığına şahitlik ettik. Obama'nın Suriye fırçası da cemaatin Kasım ve Aralık aylarına yayılan AKP karşıtlığı da bu zeminde anlam kazandı. Bu tabloda AKP'yi iktidara taşıyan üçlü yapının her biri, AKP'nin meşruiyet kaybının kendilerinin meşruiyetine halel getirmeyeceği bir pozisyon alma derdine düştü. Ülkede alenen ve kitlesel ölçekte bir solculaşma yaşanırken ana mualefet partisinin ısrarla kendisini daha sağ bir pozisyona yerleştirmeye çalışmasının anlamı, AKP ile cisimleşen sağ iktidarın her türlü alternatifinin sosyalizme kapıları ardına kadar açacak olması ile mümkün oldu.

AKP'nin krizinin Türkiye kapitalizminin krizi haline gelmemesi için sergilenen bu çaba ne kadar yoğun olursa olsun, “zayıf halka adayı” olan Türkiye'nin “zayıf halka”ya dönüşeceği bir momentin işaretlerini almak mümkün hale geldi.

Bu durumda, marksizmi rehber edinen bir siyasi mücadele hattının, nesnel dayanakları açık olan iyimserliğini artırarak, kendini çok daha köklü ve Haziran'ı da aşacak olan bir tarihsel sıçrama için hazırlaması gerekir.

Marksizm değiştirmek için ve değiştirirken anlamak ise, devrimcilere düşen misyon hayatı sosyalizmi yakınlaştıracak taraflaşmalar üzerinden kavramaktır. Bu bakımdan kabaca “bize bir Sol cephe gerek” diye ifade edilen yaklaşımın yakın geleceğin devrimci görevleri açısından vazgeçilmez olduğunu bir kez daha vurgulamakta fayda var.

Yeni bir Türkiye kurmak için ihtiyaç duyulan enerjinin ilk parlaması bizim görkemli Haziran günlerimizde yaşandı. Bu parlamaya Türkiye kapitalizminin yok oluşu anlamına gelecek bir büyük yangını arayan gözlerle bakmadan devrimcilik olmaz.

Marksizm, proletarya devriminin teorisidir.



Notlar
1Karl Marxve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, 5. baskı, Yazılama Yayınevi, Kasım 2007, s. 19.
2“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir” Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Alman İdeolojisi, çev: Sevim Belli, 7. baskı, 2010, Sol Yayınları, s. 25. Marksizm başka pek çok açıdan kendinden önce ya da sonra ortaya çıkan akımlardan farklara sahip olsa da onun devrimci karakterinin en özlü ifadesi olan “11. Tez”in çok tekrarlanan ancak analizin doğrultusu bakımdan ihmal edilen bir yanı olduğunu not etmek gerekir.
3Türkiye Komünist Partisi tarafından üretilen son 5-6 yıllık konferans ya da kongre belgelerinin tekrar okunması bunun ayrıntılı analizini sağlayacaktır.
4Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 26. baskı, Küre Yayınları, Ekim 2008, s. 91.
5Bu dönemin ayrıntılı değerlendirmesi için bkz. Alper Birdal, Yiğit Günay, “Arap Baharı” Aldatmacası – Ortadoğu'da Emperyalist Restorasyon, Yazılama Yayınevi, Ağustos 2012.
7Bkz. 5 nolu dipnot.
8Yıllardır Kürt dinamiği ile lişkisi 1905 Rus devrimi öykünmesine dayanan Türkiye solunun Haziran'ı ele alırken bu noktayı hesaba katmaması gerçekten ironik bir durum.
9Mehmet Karaoğlu, “İkinci Cumhuriyet'in Dış Politikası Uygun Koşullara Sahip mi?”, Gelenek, 118, Ocak 2013.
11AKP'nin büyük sermaye gruplarına vaat ettiklerini sunmasına dair şüpheler kendini göstermeseydi Divan Oteli'nin eylemcilere bu kadar açık destek vermesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum.
12Metin Çulhaoğlu, Bütünselliğin Kerteleri, soL, 03/12/2013. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/butunselligin-kerteleri-83552
13“Karizması yerlerde sürünen ABD'nin 'liderliği' bir kez daha tartışılıyor, bu kez kendi içinde de. Güncel mesele Suriye krizi. Ama Suriye krizi ABD politikalarının bir tıkanma yaşadığı düğüm noktası olarak aynı zamanda ABD'nin Obama döneminde cisimleşen uluslararası alandaki stratejik tercihlerinin (ya da kararsızlıklarının) de sorgulanmasını getiriyor.” Gamze Erbil, “Emperyalizm de Yenilgiler Alırken Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”, Gelenek, 122, Ekim 2013, s. 47.