10 Temmuz 2012 Salı

Gözaltı ve tutuklamaların nedeni Kürt sorunu ve KCK mı?

KESK'e yapılan operasyon neyi ifade ediyor?
Gözaltı ve tutuklamaların nedeni Kürt sorunu ve KCK mı?

6 Temmuz 2012, Komünist, Sayı 366  

25 Haziran Pazartesi sabahı KESK üye ve yöneticilerine yönelik olarak düzenlenen bir operasyon ile gözaltına alınan 71 kişiden 22'si, 26 Haziran Salı günü tutuklandı. Gözaltı ve tutuklamaların KESK ve KESK'e bağlı sendikaların pek çok genel merkez yöneticisini de kapsıyor olması, AKP'nin saldırısının ciddiyetini kavramak için önemli bir işaret verdi diyebiliriz. Sıradan, hesapsız bir hukuksuzluktan daha fazlası ile karşı karşıyayız.

Bu saldırının hedefi düşünüldüğünde en çok ifade edilen görüş, operasyonun Kürt halkına dönük baskıların güncel örneklerinden biri olduğu yönündeydi. Zaten emniyet ve savcılığın operasyonu KCK soruşturması kapsamında gerçekleştirmesi ve KESK yönetiminde Kürt hareketinin temsil ettiği ağırlık düşünüldüğünde, saldırıların Kürt halkının taleplerini baskılama sürecinin sıradan bir unsuru olarak algılanması kolaylaşmış oluyordu.

Ancak sınıf mücadelesinde ilk akla gelenler pek az örnekte sağlıklı bir analize izin veriyor. KESK operasyonu, İkinci Cumhuriyet'in yerleşiklik kazanmaya çalıştığı bir dönemde beliren tıkanma noktaları ile kıpırdanan toplumsal kesimler karşısında, daha militan bir tabanı konsolide etmek isteyen AKP'nin sınıf karakterine uygun bir saldırısı olarak ele alınmalı ve Kürt sorununu da kapsayan ama daha geniş bir zemine yerleştirilmeli.

“Tıkır tıkır”dan takır tukura

Bu zeminin tarifini yaparken kısa süre önce tamamladığımız TKP 11. Kongre Türkiye Konferansı'nda kabul edilen Siyasi Rapor'un yardımını almakta bir sakınca olmasa gerek. Bu rapor ile birlikte AKP eliyle kurulmakta olan İkinci Cumhuriyet'in zayıf yanları saptandı ve partinin görevleri bu zaafların üzerine gidecek olan bir mücadele hattı ile belirlendi.

Biz zaaflardan devam edelim...

Özellikle Mart ayından beri daha net ifade edebildiğimiz bir dizi başlıkta yaşananlar, seçimlerden büyük bir güçle çıkan AKP'nin yeni düzeni inşa etmekte sıkıntılar yaşadığını ortaya koydu.

Birinci Cumhuriyet'i ortadan kaldıran koalisyonun amiral gemisi AKP, kendine kurucu bir misyon biçiyor ve yeni anayasa çalışmalarını 2012 yılının ilk altı ayı içerisinde büyük ölçüde bitireceğini söylüyordu. Birkaç gün önce geride bıraktığımız bu dönem itibarıyla, yeni anayasa başlığında elde pek fazla bir şey bulunmuyor.

Eski rejimi yıkarken çok etkin bir silah olarak kullanılan siyasi davalar konusu ise tıkanma tanımını aşan bir krize doğru yol alıyor. AKP Özel Yetkili Mahkemeler'i kaldırıp yeni işlevlerle yeni hukuki silahlara sahip olmayı arzulasa da şike davasının seyri bile bu gibi davalarda eskiyi yıkarken sergiledikleri beceriyi, yeniyi kurarken gösteremediklerinin kanıtı sayılmalı.

“Kürt sorununun çözümü” söylemi ile havuç ve sopayı aynı anda kullanarak bir yandan Kürt halkını beklenti içine sokmayı denerken diğer yandan Kürt hareketinin meşru siyasetçilerini devre dışı bırakmaya çalışan AKP, bu başlıkta da henüz istediğini alamadı. Kürtler hala AKP'ye boyun eğmeyen tavırlarını sürdürüyorlar ve dışarıdan “transfer edilen” Kürt siyasetçiler beklenen meşruiyeti yaratamadığından AKP çözümü olarak kodlanan süreç nereden tutulsa elde kalmaya devam ediyor.

Bu başlıkta devreye yeni türde bir Barzaniciliğin ya da Aydemir Güler'in geçen hafta bu sayfalarda kullandığı ifadeyle “sağ Kürtçülüğün” sokulmaya çalışılması artık sır değil. “İçeriden” girişimlerin ne sonuç vereceği siyasi mücadelenin konusu ancak AKP'nin bu sefer gerekli meşruiyeti yaratacağını ve Kürt sorununu olmasa da Kürt hareketini çözeceğini düşünmemiz için elde kuvvetli bir veri bulunmuyor. Sıkışma burada da devam edecek…

AKP'nin zamanında çok atıp tuttuğu dış politika alanının da kimi sıkıntılar barındırdığını burjuva basınında bile okur hale geldik. ABD'nin bölge politikalarında vazgeçilmezlik iddiasında bulunan AKP kurmaylarının agresif dış politika pratiği Suriye ile yaşanan uçak krizi ile birlikte ülkenin yıllar sonra savaş olasılığını ciddi ciddi tartışmasına neden oldu. Bu durumun ülke içinde meşruiyetinin sınırlı olduğu ortada. Ancak AKP'nin dış politika stratejisinin ABD için hangi şartlarda ve nereye kadar “tek at” olarak kalacağının garantisini kim verebilir ki?

Üstelik “Suriye'ye savaş açılırsa biz de savaşacağız” diyen FHKC lideri Cibril'in de belirttiği gibi İran'ın yanı sıra Hizbullah da bu yönde bir hazırlık içindeyken durumun hiç de Erdoğan'ın atıp tuttuğu gibi olmadığı özellikle not edilmeli.

Buraya daha önce açık bir siyasi karar ile gerçekleşen mali dolaplarla “krizden uzak tutulan Türkiye” fotoğrafını ve biriken ekonomik yüklerin aşılması için yine emperyalizmin siyasi desteğinin şart olduğunu eklemek mümkün.

AKP'nin zaaflarını sıralamaya çalıştığım bu kısmı bitirirken, seçimlerde elde edilen büyük zafere karşın, İkinci Cumhuriyet'in kuruluşunun güle oynaya gerçekleşmeyeceğinin ortaya çıkmasının AKP'nin en büyük zaafı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Tıkır tıkır gitmesi beklenen İkinci Cumhuriyet arabasının motorundan takır tukur sesler geliyor dersek fazla abartmış olmayız.

İşçi sınıfı hedef tahtasında

AKP tarafından ortaya atılan 4x3 düzenlemesi ya da kürtaj tartışmaları gibi gündemler düşünüldüğünde, toplumun gericileştirilmesine dönük köklü adımların önemsenmesi gereken bir tepkiye neden olduğunu söyleyebiliriz.

Bir sürü başlıkta sıkışan, attığı adımlar tepki ile karşılanan, kendi üzerine biçtiği kurucu misyonun hakkını veremeyen bir görüntüye sahip ve bunlar yetmiyormuş gibi yeni rejimin kurulması konusunda koalisyon içi problemlerle uğraşan AKP yoluna nasıl devam edebilir?

Bu sorunun yanıtı daha önce verildi aslında. AKP hızını düşürürse gerisin geri yuvarlanacağının farkında olan bir lidere sahip. Bu nedenle, tansiyonu düşürücü adımlar atmak yerine kendi tabanlarını konsolide edici bir yönelimle hareket etme eğilimindeler. Seçim sloganlarında olduğu gibi; durmak yok, yola devam. Yola devam ederken ise hem siyasi, hem ideolojik, hem de ekonomik nedenlerle işçi sınıfına daha fazla saldıracaklar.

Gücünü ezenlerden aldığı konusunda kuşkuya yer bırakmayan AKP iktidarı, İkinci Cumhuriyet ile birlikte sermaye sınıfı lehine tarihsel bir dönüşüm gerçekleştirmekte olduğu için Türkiye burjuvazisinin büyük desteğine sahip.

Yalnız bu desteği kaybetmemek için değil, çok daha önemlisi, gerici ve emek düşmanı bu dönüşümün toplumsal yapıda yerleşiklik kazanmasının tek koşulu olduğu için işçi sınıfının baskılanması, dönüştürülmesi ve bir daha başını kaldıramaz hale getirilmesi gerekiyor.

TKP nasıl, bu “burjuva diktatörlüğü ile işçi sınıfı hesaplaşır” diyerek sosyalist devrim sürecinde işçi sınıfının tarihsel ve güncel rolünün altını çiziyorsa, AKP de işçi ve emekçileri dümdüz etmeksizin İkinci Cumhuriyet arabasının tıkır tıkır gidemeyeceğini bildiğinden karşı devrimci misyonlarına işçi sınıfına saldırarak hız veriyor.

Eğer Türkiye'deki siyasi ve ideolojik gelişmeleri es geçen bir umursamazlıkla “rutin bir KCK dalgası” diye bakmayacaksak, son KESK operasyonunu böyle bir zemine yerleştirmek gerekiyor. 

Havayolları sektöründe işçilerin grev hakları ellerinden alınmaya çalışılıyorken KESK'in payınaGenel Başkan düzeyinde bir hamle ile örgütlülüğüne saldırılması düşüyor.

Neden KESK?

Yukarıda bu sorunun yanıtı vermiş olduk ancak bir ufak noktaya daha değinmek gerekiyor. KESK'in hedef seçilmesinin özel bir nedeni de KESK'in bugüne kadarki pratiğinden duyulan rahatsızlık mı?

KESK yöneticilerinin açıklamalarına bakılırsa AKP'nin gerici ve piyasacı dönüşümlerine direnen neredeyse tek unsur olduğu için KESK'e yönelik bir saldırı var. KESK'e yapılan baskılara karşı birlikte direnmek, mücadeleyi büyütmeye çalışmak boynumuzun borcu. Ancak bu tavrı anlamak gerçekten mümkün değil.

İsterseniz bu yorumların içinde sıkça verilen iki örnek üzerinden ilerleyelim.

Eğitim alanındaki 4x3 uygulamasına karşı imza kampanyası düzenleyen KESK ve Eğitim-Sen Genel Merkezleri, imza dilekçesinden gericilik karşıtı bölümleri çıkarmışlardı. Daha sonra yasanın Mecliste görüşüleceği 28 Mart günü ise çoğunluğu Ankara dışından gidenlerden oluşan bir kaç bin kişi ile “direnildi” yasaya. “28 Mart'ta '4+4+4' yasasına gösterilen direniş”in pek etkili olduğunu söyleyemeyiz.

23 Mayıs grevi ise gerçekten ciddi bir katılım ile gerçekleşti. Ancak bu başlıkta da grev ertesi güne neredeyse hiç bir şey devredemedi. Çünkü bu grev, yıllar sonra ilk kez 5 ay boyunca maaş zammı alamayan ve huzursuzluğu her geçen gün artan kamu emekçilerinin tepkilerine “denk gelmiş oldu”. Grev öncesinde KESK dahil hiçbir sendikanın hazırlığı ve örgütlenme atağı hissedilmiyordu. Bu nedenle grev kararı öncelikle KESK tarafından alınmış olsa da, bu grevin öncekilerden daha fazla katılımla gerçekleşmesinin nedeni, grevin sendikal anlamda bile “kendiliğinden” bir eylemlilik olarak yaşanmasında aranmalı.

Bu örnekleri vermemin nedeni KESK'e dönük eleştirel bir bakış geliştirmeye çalışmanın çok uzağında. KESK bizim de emeklerimizle kurulan ve daha etkin hale gelmesi için şu ana kadar olandan çok daha büyük emekler vereceğimiz bir sendika. Ancak AKP'nin saldırısının anlaşılması için bazı ezberleri bir kenara bırakmak gerekiyor.

KESK çok önemli bir sendika çünkü kamu emekçilerinin demin bahsettiğim tepkileri hala varlığını sürdürüyor. Bu alanın örgütlenmesi, konfederasyonun daha da büyümesi, sınıf mücadelesinde gardını alması gerekiyor. KESK'i savunmak bu nedenle artık daha önemli. Ancak savunma dediğimiz şey sadece yapılan somut saldırıya işaret etmekle yetindiği durumda başarısızlığa mahkum. KESK'e dönük saldırıların “özel” nedeni geçmişte değil gelecekte aranmalı.


30 Ocak 2012 Pazartesi

Emperyalist-Kapitalist Sistemde Kıpırdanmalar Su Yüzüne Çıkıyor

Cuma, 27 Ocak 2012 - 20:02

Atina’da gerçekleşen 13. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı’nın Kapanış Açıklaması yoğunlaşan krizin emperyalistler arası çelişki ve rekabeti keskinleştirerek emperyalist savaş riskinin artmasını beraberinde getirdiğini saptadı (1).

Bu toplantıdan birkaç hafta sonra, 2012’nin ilk günlerinde, doğrudan Obama’nın sunuşuyla ilan edilen “ABD’nin Küresel Liderliğini Korumak İçin 21. Yüzyılın Savunma Öncelikleri” başlıklı rapor, ABD’nin küresel liderliğini koruması için kritik halkanın Pasifik’e kaydığını ve ABD’nin toplam askeri harcamalarının onu takip eden 10 ülkenin toplam harcamalarından fazla olmaya devam edeceğini ilan etmiş oldu (2).

Emperyalistler arası rekabetin derin ekonomik krizlerin ardından artış göstermesi bir kural. Kar oranlarının azalması ile kendini gösteren krizlerin ardından hem pazarın bir bütün olarak küçülmesi hem de her bir aktörün küçülmenin maliyetini diğer aktörlere yüklemeye çalışması emperyalistler arası çelişkilerin artmasını beraberinde getirir.

Bu çelişkilerin birikerek bir emperyalist savaşa neden olup olmayacağı bir çırpıda saptanabilecek bir olgu değil. Emperyalist odaklar arası rekabetin izlenmesi, eğilimlerin belirginleşmesi ve bütün bu sürecin kavranmasında kılavuz olarak emperyalizm çözümlemesinin akılda tutulması gerekiyor. Ancak ben burada genel olarak emperyalizm üzerine tartışmak yerine konuyu emperyalistler arası çelişkilere daraltacağım.

Çelişkinin tarafları netleşti mi?

Bu soruya taraflar alenen savaş hazırlığına girmedikçe “evet” yanıtı verilemez ancak bazı işaretlerin biriktiğini görmek pek ala mümkün. Bu açıdan en manidar işareti The Economist dergisi bu haftaki özel raporu ile vermiş oldu. “Gelişen piyasaların çokulusluları: devlet kapitalizminin yükselişi” başlıklı raporda özellikle Rusya, Çin ve Brezilya hedef alınarak bu ülkelerin devlet kapitalizmi uygulayarak kapitalizmin işleyişine aykırı davranıyor oldukları iddia ediliyor (3).

“Devlet kapitalizmi” olarak adlandırılan bu ülkelerin elde ettikleri ekonomik gelişmenin önemi saptandıktan sonra asıl nokta öne çıkıyor: “Bu model nasıl başarılı oluyor ve bunun gelişen piyasaların içine ve dışına doğru sonuçları nelerdir?”

Anlaşıldığı üzere tartışılan tam da yukarıda değindiğim kar oranlarının azalması eğilimi nedeniyle yaşanan daralmadan kimin daha zararlı çıkacağını saptamak. The Economist devlet kapitalizmi olmakla suçladığı ülkelerin bu sıkışmadan karlı çıkmaya çalıştıklarını görüyor ve itiraz ediyor.

Dünyanın petrol rezervlerinin dörtte üçüne sahip olan ilk 13 petrol şirketinin de devlet teşekkülü olması, en büyük doğal gaz firması Gazprom’un Rusya Devleti’ne ait olması gibi örnekler, arkalarına aldıkları açık devlet gücü ile serbest piyasaya müdahale edildiği argümanına yaslanılmasını sağlıyor (4).

Dergi daha pek çok argümanı kullanarak Rusya, Çin ve Brezilya’yı 1970’lerden beri sürmekte olan kapitalist birikim sürecine aykırı davranmakla suçlayarak tarihsel analojiler yardımıyla böyle adımların ancak özel tarihsel kesitlerde yaşanabileceğini vurguluyor. Bağımsızlık Savaşı sonrası ABD, 1870’lerde Bismarck Almanya’sı ve 1950’lerdeki Japonya ve Güney Kore devlet kapitalizmine benzer uygulamalar ile yol alabilmiş ancak Çin halkının bu dönemlerin üzerinden çok zaman geçtiğini anlamak durumunda olduğu söyleniyor.

Bu tartışmalar ortada bir çelişkinin olduğunu işareti sayılmalı. The Economist üzerinden yapılan ABD-İngiltere ikilisine alternatif yönelimler peşinde koşan ülkelere “gittiğiniz yol yol değil” demekten ibaret. Tartışmanın Sovyetler Birliği göndermeli bir “devlet kapitalizmi” metaforu ile yürütülmesi diğer odağın oyunu kurallarına göre oynamadığından şikayet etmek anlamına geliyor.


Gerilim nereye yansıyacak?

Yukarıda hatırlattığım gibi ABD emperyalizmi küresel egemenliği için kritik bölgenin Ortadoğu’dan Pasifik’e kaydığını ilan etti. Çin ise bu hamleye verdiği yanıt ile kendi güvenlik bölgesinde kontrollerinin devam edeceğini ifade etti (5). Gerilime karşılıklı kredi notu düşürme gibi süslerin eklendiği de oluyor. Ancak bu itiş kakışın doğrudan Pasifik’te değil iki güç odağının hesaplaşacağı başka bir coğrafyada karşılık bulması daha olası görünüyor.

ABD’nin Bush ile birlikte 2001’de başlattığı hamlesinin Ortadoğu ve Asya’da İslamcı köktenciliği hedef tahtasına yerleştirerek esasen “eski düzen” diyebileceğimiz iki kutuplu dünya dengelerini baskıladığını biliyoruz. Obama’nın 2009’de yaptığı Kahire Üniversitesi konuşması ile birlikte bu yönelimin değişeceğini ve “ılımlı islam” stratejisinin Ortadoğu’daki İslamcı özneler ile işbirliğine yöneleceğini anlamış olduk (6).

“Arap Baharı” olarak kodlanan sürecin sarstığı rejimlerin ortak özelliklerinden biri, bu ülkelerin iki kutuplu dünya dengelerine göre pozisyon almaya çalışmaları ve kendi içlerinde kimi hareket alanlarına sahip olmaya çabalamalarıydı. Ortadoğu’daki petrol rejiminin ve siyasi mekanizmaların yenilenmeye çalışıldığı bir dönemde, bu coğrafyanın yeniden şekillendirilmesinde etkin olamayan bir emperyalist/kapitalist odağın geleceğe dair iddialarını küçültmesi kaçınılmaz.

Bu durum, Suriye tartışmasının aslında Suriye ile ilgili olmadığının bir göstergesi. Suriye ABD kontrolünde yaşanan dönüşümün kritik bir anahtarı haline geldi. Suriye kapısını açamayan ABD’nin İran’a yönelmesi ve Pasifik üzerindeki baskısını artırması pek mümkün görünmüyor. Keza şu an ABD’nin Suriye seferine taş koyan veya ileride engel çıkarabilecek ülkeler olarak görünen Rusya, İran, Çin, Hindistan vb. ülkelerin Suriye meselesini önemsemelerinin asıl nedeni Suriye’yi de deviren emperyalist güçlerin bu ülkelere fazla yaşam alanı tanımayacağını biliyor olmaları.

Bu tabloya kendini Ortadoğu petrol rejiminin ve siyasi haritasının yenilenişinin dışında bırakılmış hisseden ve Rus doğalgazına bağımlı Almanya eklendiğinde en başta belirtilen emperyalist savaş olasılığı daha anlaşılır hale geliyor (7).

Elbette bir tarafında ABD, İngiltere, Kanada ve Fransa’nın diğer tarafında ise Almanya, Rusya, Çin, Hindistan, İran’ın bulunduğu bir savaş senaryosu yazmıyorum. Ancak krizin sonuçlarından azami ölçüde faydalanmaya çalışan iki ayrı odağın belirginleşmekte olduğu artık sır değil. Üstelik The Economist'in yukarıda değindiği olumlu sonuç alan devlet kapitalizmi örneklerinin tümü çelişkilerin savaş ile aşılması ile birlikte hatırlanmalı.

Türkiye’nin Suriye’de üstlenmeye çalıştığı uğursuz rolü bu tablonun içine yedirdiğimizde Erdoğan’ın dayılanmalarının yalnız iki ülke ile alakalı olmadığını görebiliriz. Türkiye Komünist Partisi’nin Erdoğan’ın saldırgan Suriye açıklamalarının ardından Gavrilo Princip’e gönderme yapmasının bir nedeni de olsa gerek.

Solun Pozisyonu

Ortadoğu'da yükselen tansiyonun tek merkezi elbet Suriye olmak durumunda değil. Suriye'nin kuzeyinde ve güneyinde tampon bölge hazırlığının yanı sıra bu adımın Hizbullah-İran bağlantısını kesme niyeti; kendini baskı altında hisseden İran'ın Hürmüz Boğazı'nı kapatma tehdidi; ABD'nin Müslüman Kardeşler dolayımı ile Hamas'ı ehlileştirip silahsız bir müttefike dönüştürme çabası; bu durumun ABD'ye bağımlılığı tescillenmiş bir Filistin Devleti'ne yol açma ihtimalinin güçlenmesi gibi başlıklar Ortadoğu'da her zaman olduğu gibi pek çok dinamiğin aynı anda hareket halinde olacağının göstergesi.

Bu tabloda Türkiye'nin önemsizleşme tehlikesini de hesaba katarak daha agresif hale gelmesi mümkün. ABD'den “Ortadoğu'da senin işlerini ben ilerletebilirim” diye rol almaya çalışan bir iktidarın Suriye'ye dönük ilk hamlelerinin ardından tökezlemesinin ardından hemen geri çekileceğini düşünmek bu planın AKP'ye sunulan emperyalist destekle ilişkisini hesaba katmamak anlamına gelir.

Gelişmeler yalnız Türkiye solunun değil uluslararası komünist hareketin bütününün yaklaşan savaş olasılığına karşı pozisyonunu gözden geçirmesini gerektiriyor. Emperyalistler arası rekabette taraf tutmanın risklerine değinen Yunanistan Komünist Partisi bölgesel birliklerin desteklenmesine itirazı bu nedenle haklı görülmeli (8).

Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin Şubat ayında gerçekleşecek olan ilçe konferansları öncesi emperyalizm üzerine güncel tezler hazırlayacak oluşunu da aynı çerçevede ele almak ve önemsemek gerekiyor. Çünkü yaşanan gelişmeler solun ideolojik titizliğini artırmasının yaşamsal olduğunu ortaya koyuyor (9).

Ayhan Keser

keser.ayhan@gmail.com
1- http://www.solidnet.org/13-international-meeting/2289-13-imcwp-final-sta...
2- http://erginyildizoglu.blogspot.com/2012/01/abdnin-yeni-savunma-strateji...
3- http://www.economist.com/node/21543160 (Gelişen Piyasaların Çokulusluları: Devlet Kapitalizminin Yükselişi)
4- http://www.economist.com/node/21542931 (Görünen El)
5- http://haber.sol.org.tr/dunyadan/abd-rotasini-pasifike-cevirdi-haberi-50399
6- http://en.wikipedia.org/wiki/Barack_Obama%27s_speech_at_Cairo_University...
7- Burada Alper Birdal'ın soL'da yayınlanan Yeni Ostpolitik yazısını okumak faydalı olabilir: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-birdal/yeni-ostpolitik-49448
8- http://haber.sol.org.tr/enternasyonal-gundem/komunistler-asya-ve-latin-a...
9- http://www.solidnet.org/13-international-meeting/2289-13-imcwp-final-sta... (13. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı Kapanış Açıklaması)