29 Ocak 2014 Çarşamba

Haziran'a Bakarken Marksizm ve Siyasi Mücadele - Ayhan KESER

Bu yazı, aynı anda yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığını bilmeden, 17 Aralık sabahı saat 05:25'te noktalanmıştı. Dolayısıyla AKP-Cemaat kavgasına neredeyse değinilmedi. Kimi açılardan eksik ve eski kalsa da  Haziran ile dış politika ilişkisi açısından faydalı olacağını düşündüğüm için paylaşmak istedim.

Her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.1


Haziran ayına yayılan görkemli halk hareketinin siyasi mücadeleye büyük sonuçlarla yansıması pek çok insanın beklentisi oldu. Bizzat eylemlerin her aşamasını var eden geniş halk kesimlerinin artık bazı şeyleri değiştirebileceklerine dair inançlarının artmış olması bile buna örnek olarak gösterilebilir. Değişimin hangi yönde olacağına dair görüşlerin çeşitliliği Haziran eylemleri açısından şaşırtıcı olmasa da, AKP hükümetinin miadını doldurduğu görüşü neredeyse AKP hariç herkesin kabul ettiği sonuçlardan biri oldu.

Ancak böylesine şiddetli bir hareketlenmenin sonuçlarını tartışırken referansların yitirilmesinin kafa karışıklığından başka bir sonuç vermesini beklemek yanlış olur. Örneğin Haziran ayında yaşanan patlamanın nedenleri hakkında sağlıklı değerlendirmeler olmaksızın sonrasına dair siyasi projeksiyonumuzun pek bir anlamının olmayacağını söyleyebiliriz. Burada kastettiğim her türlü olasılığı hesaba katan ayrıntılı bir neden sonuç analizi değil. Haziran'ı anlamak da sonrasını kurmak da aynı bütünün parçası ve belki de bu bakımdan dikkatlerin anlamak ile geliştirmek arasındaki ilişkiye yönelmesinde fayda var.

Bu söylenenler siyasi mücadelede doğrultu sorununun Haziran'ı anlamak ve geliştirmek açısından başat olduğu şeklinde okunmalı. Bu yapılmadığı takdirde Haziran eylemlerinin siyasi sonuçları konusunda filmin başa sarılması için harcanan büyük çabaya karşı koymak bir hayli zorlaşacak.

Bu noktada marksizm ve siyasi mücadele ilişkisinin önemi açığa çıkıyor. Marksizm kendini öncülü olan düşünsel akımlardan değiştirme2 misyonu ile ayırıyorsa, marksizmi tekrar yalnızca bir analiz aracı düzeyine geri çekmeye çalışmanın bir tür gericilik olacağı unutulmamalı. Dolayısıyla Haziran'ı anlamak ile onu ileri taşımak açısından marksizm ile siyasi mücadele arasındaki ilişkiyi diyalektik bir zemine yerleştirmek gerekiyor.

Analiz ile müdahaleyi birleştiren şey Marx'ın yazının başında alıntıladığım vurgusunda yatıyor. Her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadele ise, siyasi mücadelede sınıf analizini elden bırakmamak gerekiyor. Sınıf mücadeleleri ekonomik çelişkiler temeline yaslansa da kendini ülke ölçeğinde dışa vururken toplumsal formasyonun bütünü üzerinden ortaya koyuyor. Her daim sürmekte olan bu mücadelede emekçi sınıfların pozisyonları zayıf olduğu sürece dar anlamıyla ekonomik düzlemde de genel anlamda siyasi ve ideolojik mücadele düzleminde de sermaye sınıfının kazanımlarının ardı arkası kesilmiyor. Bu nedenle siyasi mücadele marksizmin olmazsa olmazı.

Bu yazıda yapmaya çalışacağım şey marksizm ile siyasi mücadele ilişkisini teorik bir zeminde yeniden tarif etmek değil. Gelenek külliyatı açısından bakacak olursak bu ilişkinin zaten başından beri derginin varlık nedeni haline geldiğini söyleyebiliriz.

Ben daha çok Haziran öncesi ve sonrası kimi önemli gelişmeleri bu eksene yerleştirerek, anlamak ve değiştirmek arasındaki diyalektiği örneklemeye çalışacağım. Bu bakımdan ilk uğrağımız eylemlerin açığa çıkması için nelerin etkili olduğu sorusu olacak. Yine bu konuda ayrıntılı bir döküm yerine ihmal edilen bir gündemi merkeze alan bir değerlendirme yapacağım. Bunun ardından ise Haziran sonrası siyasi olasılıkları ele alırken marksizmin nasıl bir silaha dönüşeceğini örneklemeye çalışacağım.

Pre-Haziran: Yeni Osmanlı Suriye kapılarında

AKP eliyle kurulmak istenen ve bizim ısrarla İkinci Cumhuriyet olarak kodladığımız rejimin üzerine inşa edildiği sac ayakları konusunda “artık” pek tartışma kalmadı sanırım. ABD emperyalizminin bölgesel ihtiyaçları, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ihtiyaçları ve bu ikili görevin yerine getirilebilmesi için Türkiye gericiliğinin dizginlerinden boşanması İkinci Cumhuriyet rejiminin temel dayanakları oldu3.

Burada AKP rejimi yerine İkinci Cumhuriyet rejimi ifadesinin kullanılması, Haziran sonrası Türkiye'den AKP sonrası Türkiye'ye geçiş açısından önem taşıyor. AKP'nin liderliğinde gerçekleşen dönüşüm yukarıda sayılan aktörlerin tamamı için temel hedef sayıldı. Dolayısıyla bu hedef aynı anlama gelmek üzere İkinci Cumhuriyet olarak kurulmak istenen rejimi temsil ediyordu ve düzen içi herhangi bir muhalefet odağının bu tabloyu reddetmesinin sınırları vardı. Bu durumun geleceğe dair sonuçlarına Haziran sonrasını ele alırken tekrar döneceğim. Şimdilik bu dönüşümün kodlandığı ana eksenden kopmayalım.

Yeni Osmanlı rüyasından bahsediyorum.

İkinci Cumhuriyet'in kendine toplumsal meşruiyet sağlamak için en büyük girişimi Yeni Osmanlıcı bir stratejik sıçrama iddiası oldu:

“Türkiye'deki hakim siyasi elitin ülkeye biçtiği sistem-içi periferik rol Türk toplumunun gerçeklerine, tarihi birikimine ve gelecekle ilgili ideal ve beklentilerine uygun düşmemektedir. Türk toplumu bütünü ile kendini yeniden tanımlama çabası içerisindedir. Bu yeniden tanımlama çabası yaşanan kimlik bunalımının tabii uzantısıdır.”4

Türkiye kapitalizmi başta olmak üzere yukarıda sayılan aktörlerin İkinci Cumhuriyet rejimine ikna olmasının ve AKP iktidarının gücünün kaynağı bu yaklaşım oldu.

Yeni Osmanlı, bu köklü değişimin toplum tarafından pozitif bir içerikle algılanması için ihtiyaç duyulan araç haline geldi. Türkiye'nin büyüyerek yayılacağına dair inanç hem milliyetçi desteğin yanı sıra “ulusalcı” muhalefet içinde bir paralizasyona neden olacaktı hem de “büyük Türkiye”den herkesin payına birşeyler düşecekti. Bu pozitif vurgulara ek olarak ülke dışında itibarı ve etkisi artan bir rejimin içerideki muhalefeti ezmek konusunda yalnız dinselleşmeden ibaret olmayan bir güce ulaşacağı da işin çok önemli olan bir başka boyutuydu.

Nihayetinde, içeride milyonluk Cumhuriyet Mitingleri'ni yenen AKP, uzun süreli hazırlığının bir sonucu olarak “One Minute” şovu ile Yeni Osmanlı'nın marşına basmış oldu. Bu hamle Davutoğlu tarafından ifade edilen yayılmanın en kritik adımı sayılabilir ve son derece planlı bir agresiflik olarak not edilmesi gerekir.

Tunus, Mısır ve Libya başta olmak üzere pekçok ülkede yaşanan büyük çalkantı ve onu izleyen emperyalist restorasyon girişimleri AKP'nin Yeni Osmanlı yelkenini üfleyecek bir olanak şeklinde sunuldu.5

Yazının konusu AKP dönemi dış politikası olmadığı için varılan sonuca sıçramakta bir sakınca bulunmuyor. Yeni Osmanlı projesi bir bütün olarak Haziran ayında yerle bir oldu!

Ancak yıkılan binanın temelleri Hazirandan önce zaten sarsılmıştı!

Dış politika alanında iç dinamikleri de kendine bağlayacak bir serüvene atılan İkinci Cumhuriyet yol almak istiyordu ancak AKP'nin Libya saldırısı sırasında “NATO'nun Libya'da ne işi var?”6 diyerek aklının yavaş çalıştığını göstermesinin ardından, bu zaafını kapatmak için yaptığı hızlı Suriye hamlesinde ise ofsayta düştü.7

Suriye konusunda yaşanan her başarısızlık örneği AKP'nin içerideki inandırıcılığından çalıyordu. Üç saat içinde Şam'da Cuma namazı kılma iddiasındaki bir iktidarın Suriye tarafından düşürülen uçağı, yenilginin nişanesi olarak akıllarda yer etti. Böylesi bir sıkışmanın içindeyken gündeme gelen “Kürt sorununun çözümü için demokratik anayasa” hamlesi ise durumu makyajlamaya yetmedi.

İkinci Cumhuriyet dökülüyordu.

11 Mayıs 2013 günü Reyhanlı'da patlayan bombalar en az 52 yurttaşımızın hayatına malolurken ülke çapında büyük bir kırılmaya neden oldu. Daha önce Antakya'yı kaybettiğini söylediğimiz AKP, bütün ülkeyi kaybetmeye doğru ilerliyordu. Patlamadan önceki birkaç haftayı kaplayan hararetli “başkanlık” tartışmaları birden son buldu. Reyhanlı'da gözlenen yenilgi ve acizliğin ilk sonucu Erdoğan'ın başkanlık hayallerinin suya düşmesi oldu.

Bu son nokta bana kalırsa Haziran ayında yaşanan şiddetli direnişin fitilini ateşleyen temel gelişme oldu. Yukarıda değindiğim İkinci Cumhuriyet'e doğru dönüşümünün halkımız açısından kabul edilemez bir karakter taşıdığı ve ülkenin dinamiklerinin bu karşı devrimci dönüşüme sığmayacak kadar kuvvetli olduğu Gelenek sayfalarında defalarca ifade edilmişti. Tepkinin şiddeti ve ölçeği ise öngörülemiyordu.

Reyhanlı patlaması ile cisimleşen “AKP'nin Suriye yenilgisi” olmaksızın Haziran'daki toplumsal patlamanın bu şiddette olamayacağını söylemek herhalde abartılı bir değerlendirme olmaz. Bu bölümün başında çizdiğim Yeni Osmanlı çerçevesi Suriye'de başarı kazansaydı elbette AKP diktatörlüğü İkinci Cumhuriyet'çi bir dönüşüm için sergilediği baskıları artıracak, ancak bunun karşısında solun dışında direnmesi beklenen geniş halk kesimleri tedirginlikle kenarda bekleyecekti.

Bu söylediğime tarihten örnekler vermek de mümkün. 1904-05 senelerinde gerçekleşen Rus-Japon Savaşı'nda hezimete uğrayan Çarlık Rusyası'nın, 1905 Devrimleri ile nasıl da sarsıldığı biliniyor. Dış politikada alınan askeri ve siyasi yenilgilerle ülkenin boynunu büken bir rejimin ülke içindeki toplumsal desteğinin ya da meşruiyetinin azalması kaçınılmaz. Bu meşruiyet yitiminin bir devrimci atılıma kapı aralaması da öyle...

Bir başka örnek Vietnam Savaşı'nın ABD toplumuna etkileri üzerinden düşünülebilir. Art arda gelen cenazelerin ve savaşın uzamasının sonucunda doğan “başarısızlık” hissi olmadan Vietnam sendromunu ve savaş karşıtı büyük eylemleri anlamak pek mümkün olmasa gerek.

Tekrar konumuza dönecek olursak, “AKP Suriye'de başarmış olsaydı...” demiyorum. “-seydi, -saydı” gibi değerlendirmelere ne tarihte yer var ne de sınıf mücadelelerinde. Benim iddiam, “AKP Suriye'de başaramadığı için Haziran'da da yenildi” şeklinde özetlenebilir.8

AKP Suriye'de başarmış olsaydı” şeklinde bir akıl yürütmenin anlamsız olacağını söylemiş oldum. İşte kanımca marksizm ile siyasi mücadele ilişkisi bakımından kritik bir nokta burası. Marksizm, verili bir ülkeye bakarken o ülkenin emperyalist/kapitalist sisteme eklemlenme biçimini, sınıfsal gelişmişlik düzeyini, toplumsal sınıfların verili durumunu ve bütün bunların oluşturduğu bütünlüğün dinamiklerini ele alır. Bu dinamiklerin hangi sonuçlara neden olabileceği ve bu gelişmelerin devrimci mücadele açısından ne tür anlamlar ifade edeceği saptanırken ise “siyasi mücadele” hem anlamak hem de müdahale etmek için en temel araç haline gelir.

AKP eliyle kalkışılan İkinci Cumhuriyet yolculuğunun güvenli limanlarda son bulamayacağı yani İkinci Cumhuriyet'in asla kuruluşunu tamamlayamayacağı saptaması işte bu zemine oturuyor. AKP bir beceriksizler sürüsü olabilir ancak onlar çok becerikli olsalardı da bu ülkenin iç ve dış dinamikleri bu yönde bir gerici dönüşümü mümkün kılacak özellikler taşımıyordu.

Bunun zamanında ortaya konması için müneccim olunması ise gerekmiyor. Ocak 2013 tarihli Gelenek dergisinin “İkinci Cumhuriyet'te Dış Politika: İflah mı İflas mı?” başlıklı dosyası bu bakımdan anlamlı bir bütünlüğe sahip. Özellikle Mehmet Karaoğlu imzalı yazı9 dikkatle okunduğunda İkinci Cumhuriyet'in alacağı yenilginin izlerini okumak mümkün. Siyasi ve ideolojik yetersizliklerinin yanı sıra ekonomik ve askeri iddiaların da abartılı olduğu ortadayken yaklaşan AKP yenilgisini hesaba katmayan bir “marksizm”in pek de marksizm olmadığını söylemek mümkün.

Bu bakımdan van minüt şovuna “ya Osmanlı'ya dönüş ya sosyalist cumhuriyet” diyerek yanıt veren10 TKP tarafından Arap Baharı tartışmalarında sergilenen titizlik, Suriye başlığında sergilenen kararlı mücadele marksizm ile siyasi mücadele arasındaki diyalektik ilişkiye dair en güncel örnekler olarak saptanmalı. Çünkü devrimci mücadele açısından marksizm en çok bu gibi anlarda ihtiyaç duyulan bir silah.

Eğer marksizm zaten yaşanmış olan gelişmelerin nedenlerini ortaya koymaya çalışan tarih biliminden bir farka sahipse, siyasi mücadeleye uç veren analizleri başa yazması ve siyasi mücadeleler sonucu açığa çıkan gelişmeleri ise analizin parçası haline getirmesi gerekir. Çünkü defalarca hatırlattığımız gibi, marksizmin temel düsturu değiştirmek için ve değiştirmeye çalışırken anlamaktır. Bu değiştirme iradesi ile bezenmemiş bir marksizmin yöntemsel olarak zayıflaması kaçınılmaz bir sonuçtur.

Dolayısıyla özellikle Suriye konusunda dağıtılan her bildiri, düzenlenen her yerel ya da uluslararası konferans, yapılan her eylem ve sohbet AKP'nin başarısızlığı üzerinden Haziran'a bağlanmıştır diyebiliriz. Süreklileşmiş siyasi çalışmanın büyük toplumsal sonuçlara eklemlendiğini unutan bir analizin Haziran eylemlerinin bundan sonrasıne ne devredeceğine dair netliğe sahip olmasını beklememek gerekir.

Bu bölümü kapatırken bir yanlış anlamayı engellemek için son bir not düşmek istiyorum. Buraya kadar yazdıklarımla insanların Haziran'da verdikleri görkemli tepkinin tek nedeninin dış politikada yaşanan sıkışma olduğunu söylemiş olmuyorum. Elbette kitlelerin AKP'ye isyan etmek için son derece yaşamsal gerekçeleri vardı ve biz bunu, özetle, Türkiye'nin İkinci Cumhuriyet'i kusması olarak ifade ediyoruz. Ben sadece daha önce de benzer gerekçelere sahip olan insanların AKP'nin karşısına bu kadar radikal ve kitlesel bir şekilde çıkmalarının önünü açan kırılma anını vurgulamak istiyorum. Ne oldu da insanlar “yeter be” diyecek gücü ve cesareti kendilerinde buldular? Bu bakımdan zaten homurdanan bir dereler yumağı olan Türkiye'nin sel olup akmasını engelleyen baraj yıkılmadan yaşanmayacak bir insan seli oldu Haziran. Suriye yenilgisi ise o barajdaki büyük gedik...

Post-Haziran: devrimci iyimserliğin kaynağı

Haziran eylemleri neredeyse herkes için şaşırtıcı bir sürpriz oldu. Eylemlerin kendiliğinden karakteri tartışılmaz bir geçerliliğe sahip. Ancak kendiliğindenlik ile tesadüfilik farklı şeyler. Eğer Haziran eylemleri tesadüfi ise üzerine tartışmanın ve yön vermeye çalışmanın anlamı bulunmuyor. Oysa yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi bu eylemler rasgele açığa çıkmadıysa, gelişmelerin seyrini sezip müdahale etmek mümkün.

Burada esas konuya girmeden önce Haziran'da ne olmadığına dair bir kaç not düşmekte fayda var.

Alabildiğine siyasallaşan bir halk ayaklanması olan Haziran eylemlerinin kentsel ranta karşı bir bilinç sıçraması anlamına gelmediğini söyleyebiliriz örneğin. Eylemlere katılanların büyük çoğunluğunun çevre ve kentsel/kamusal mekan duyarlılığının iddia edilen seviyenin epey altında olduğu bir sır değil. İnsanlar elbette Gezi parkında sembolize olan bir direniş sergilediler ancak en ısrarlı ve kitlesel slogan “hükümet istifa” olduysa bunun çevre ve kent dışı bir sebebi olmalı. Türkiye'nin toplumsal dinamikleri çevre sorununu da içeren ama ondan çok daha zengin bir karakterde dışa vurdu kendini Haziran'da.

İkinci olarak, eylemleri tetikleyen gelişmenin Kürt sorununda yaşanan barış atmosferi olmadığını da söyleyebiliriz. BDP'li siyasetçiler tarafında ifade edilen ve benim kesinlikle katılmadığım bu görüş doğru ise BDP kanadı, yıllardır Kürt sorununun halkın mücadelesini engelleyen bir mazeret olduğunu da kabul etmiş oluyor. Demek yıllarca kendi laflarından milim sapmayan çesitli solcuları durduk yere azarlamışlar halkı örgütleyemedikleri için...

Üçüncü olarak, her iki iddiayı da bütünleyen bir noktaya ulaşıyoruz: Haziran eylemlerinin bir “doğrudan demokrasi” pratiği olarak da ortaya çıkmadığını söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın halkın büyük bölümünün coşkuyla sahip çıktığı “hükümet istifa” sloganını “darbecilerin sloganı” diye yaftalamaya çalışmasının zerre kadar toplumsal değeri ve gerçekliği bulunmuyor. Ayağa kalkan halk kitleleri, isyan ederek değiştirmek istedikleri tüm kötülüklerin sembolü olarak gördüğü AKP hükümetinin istifasını talep etti. Zaten eylemlerin kitleselliğinin inişe geçtiği moment de bu sloganın yerine “doğrudan demokrasi” girişimlerinin halka “Gezi ruhu işte bu, bunu yaparsanız direnmiş olursunuz yoksa düzen içi kalırsınız” diye dayatılmaya başlandığı an oldu.

Bu son noktanın anlamı şu: Haziran eylemleri ilelebet aynı biçim ve içerikle devam edemeyeceğine göre, onun bir nostalji unsuru olmasına izin vermeyecek ve daha büyük bir sıçramanın zemini haline getirecek müdahaleyi örgütlemek Haziran sonrası mücadelenin en devrimci görevidir.

Şimdi yanıtlanması gereken soru “Haziran'ı yaşayan Türkiye”nin devrimcilere ne vaat ettiği.

Açıkçası bu soruya verilecek yanıtın ilk adımı AKP'nin kaybetmiş olduğunu veri almak olmalı. Veri almaktan kastım tartışmasız bir kabul değil elbet. Ancak AKP gücünü koruyorsa da korumuyorsa da bu tartışmanın bazı kriterler üzerinden yürütülmesi gerekir.

Yine marksizm ve siyasi mücadele diyalektiğine geldik...

AKP'yi iktidara taşıyan dinamikleri emperyalizmin ihtiyaçları, Türkiye burjuvazisinin beklentileri ve Türkiye gericliğinin oluşturduğu koalisyon olarak vurgulamıştık. “AKP bitti” saptamasına itiraz edilecekse, bu başlıklarda yoluna kararlılıkla devam ettiğinin ortaya konması gerekir. Aksi takdirde ortaya konan şey “doğru ya da yanlış” bir siyasi analiz değil “bence böyle ya” gibisinden bir ciddiyetsizlik anlamına gelecektir.

Fazla uzatmadan bu üçlü sac ayağına yakından bakabiliriz.

ABD emperyalizminin AKP hükümetinde bölgesel bir taşeron gördüğünü söyleyebiliriz. Bu taşeron basit bir ifade ile ana şirkete bir ihale teklifi vermiş ve “senin işlerinin yürümesi için ben tahmin ettiğinden fazla katkı sunarım” diye göze girmeyi başarmıştı. Ancak göze girdi diye ihaleyi tamamlamadan hakediş alması beklenmemeliydi.

Türkiye'nin ihale dosyasında yazan öneri, Ortadoğu ve İslam dünyası nezdinde sıkışan ABD emperyalizmi için “Müslüman” bir ortağın işleri kolaylaştıracağı ve AKP'nin örgütleyeceği bir “sunni ekseni” üzerinden İran'ı yalnızlaştırmayı başaracağıydı. Kulağa hoş geliyor doğrusu. Ancak kazın ayağının öyle olmadığı yazının ilk bölümündeki özetten de anlaşılmış olmalı.

Bu durumda ABD emperyalizminin Erdoğan'a sınırsız taviz vermek yerine kendi işini kendisinin görmeyi seçmesi AKP'nin aldığı yaranın büyüklüğünü gösteriyor. ABD tarafından Barzani ile kurduğu petrol ilişkisi ve Haşimi nedeniyle yaşanan gerilim sayesinde merkezi Irak Hükümeti'ni İran'ın kucağına ittirmekle eleştirilen AKP, Maliki yönetimi ile arayı düzeltmek için uğraşırken ABD-İran görüşmelerinde anlaşma sağlandığı haberi düştü gündeme. Türkiye kuracağını iddia ettiği sunni ekseni ile ABD'ye yaranmaya çalışırken ABD'nin “biz İran'la anlaştık” demesi Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin ipinin çekildiğinin ”bir başka” kanıtı olarak not edildi.

AKP'yi iktidara taşıyan ikinci unsur olan Türkiye burjuvazisi başlığında da işlerin iyi gittiği söylenemez. Bir kere “İkinci Cumhuriyet” üzerinden büyüyeceği iddia edilen pasta “bozulma” riski taşımaya başlamış oldu. Mısır ile yaşanan kriz, Irak Merkezi Hükümeti ile yaşanan kriz ve Suriye krizi... Bu tartışmaların Türkiye'yi Rusya ile karşı karşıya getirmesi ve son olarak ABD-İran anlaşmasının ardından İran'ın Türkiye'den son bir kaç yıllık performansının hesabını soracak olması da cabası... Bu manzaranın Türkiye burjuvazisine eskisinden daha yoğun bir sermaye ihracı fırsatı sunmayacağını söyleyebiliriz.11

Buna ek olarak, hem burjuvazi hem de gerici koalisyon açısından önemsenen “istikrar” söyleminin de önce Suriye sonra Haziran yenilgileri ile son bulması düşünüldüğünde AKP hükümetinin neden “bittiği” rahatlıkla anlaşılabilir. Burada konuyu marksizm açısından ele alan yaklaşımın bu kriterlere başvrması ya da bunların yerine başka kriterler önermesi gerekiyor. Aksi takdirde tartışmanın geleceğe bir şey devretme olasılığı neredeyse yok.

Peki devrimci iyimserliğin kaynağı yalnızca ABD, Türkiye burjuvazisi ve gerici koalisyonun AKP'ye olan desteğini sınırlaması ya da bazı örneklerde kesmesi mi? Bu değerlendirme gerçekten marksizmin dönüştürücü gücünün hafife alınması anlamına gelir.
AKP rejimi yerine İkinci Cumhuriyet rejimi kavramlaştırmasını önerirken, bu konuya daha sonra tekrar döneceğimi söylemiştim. Bugün AKP iktidarında cisimleşen ve yerlerde sürünen rejim gerçekten de İkinci Cumhuriyet rejimidir çünkü bunun dışında ne İkinci Cumhuriyet'in elinde bir alternatif bulunuyor ne de BDP dahil olmak üzere meclis muhalefetinin zihninde ikinci Cumhuriyet dışı bir toplumsal düzen kurgusu...

İşte bu tablo devrimci iyimserliğin anahtarı. AKP'ye muhalif olma iddiasındaki düzen içi özneler açısından AKP'nin yapamadığını yapmayı önermekten başka bir seçenek bulunmuyor. Bunun en tipik örneği olan CHP'nin hem ABD'ye, hem Türkiye burjuvazisine hem de Gülen cemaatine kendini bependirmeye çalışmasının böyle bir “nesnel” gerekçesi var. BDP açısından AKP'siz bir Türkiye bir türlü ne oldunu anlayamadığımız “barış umudu”nun sönmesi anlamına geliyor ve bu nedenle bu parti nefesini tutmuş AKP'nin yenilmemesini bekliyor.

Bu sıkışmanın nesnel bir zemini var: Haziran sonrası Türkiye'de ucu İkinci Cumhuriyet rejimine dokunan en küçük eleştiri ya da muhalefet bile kesinlikle sola yazacaktır. Ülkedeki gelişmelerin sosyalizmi adım adım tek iktidar alternatifi haline getirebileceğini söylememize imkan tanıyan bu durumun bir başka önemli gerekçesi de doğrudan Haziran eylemlerinin kendisi oldu. Bu denli büyük bir halk kitlesinin yaklaşık bir ay boyunca ülkenin pekçok kentinin meydanlarını ve caddelerini zaptatmesi kaçınılmaz olarak ülkenin toplumsal dokusunda sola doğru bir salınıma neden olacaktır. Sokağın kitleleri sola çeken gücü iyimserliğimizin bir diğer kaynağı sayılabilir.

İyimserliğin nesnel temellerine dair son ama önemli bir vurguyu zayıf halka kavramı üzerinden yapabiliriz:

Birinci (küresel) kertedeki bütünsellik ve bu bütünselliğin çelişkileri ile ikinci kertedeki (ulus-devlet ya da belirli bir toplumsal formasyon) bütünsellik ve onun kendi iç çelişkileri sürdürülebilir bir “uyuma” ya da “eklemlenmeye” gelmeyebilir. İkisi, bir noktadan sonra bağdaşmayabilir. Eğer “zayıf halka” kavramının en azından teorik bir geçerliliği varsa, kaynağı budur, böyle durumlardır.”12

Burada yalnızca bir teorik hatırlatma yapılmadığı kanısındayım. AKP hükümetinin İkinci Cumhuriyet rejimi ile vaat ettiği Türkiye'nin sonuç olarak karaya oturması ile ABD emperyalizminin yaşadığı bölgesel sıkışmayı13 aşmak için farklı arayışlara yönelmek durumunda kalması, pekala Türkiye kapitalizmini büyük bir meşruiyet krizine taşıyabilir.

Pro-Haziran: bize bir Sol Cephe gerek!

Aslında “sonuç yerine” de diyebilirdim ama Haziran ile ilişkilenmeyen bir sonucun marksizm ile siyasi mücadeleyi bir potada buluşturamayacağını yazının başından beri vurguladığım için bu ara başlığı daha uygun gördüm.

AKP eliyle kurulmak istenen İkinci Cumhuriyet rejiminin ülkemizin toplumsal dinamikleri ile uyumsuz olduğu iddiası Anayasa tartışmaları ile birlikte sınanmaya başlandığında, gelişmelerin bizim yani halkın lehine seyredeceğini sezmek münkün olmuştu.

Devamında yaşanan Suriye yenilgisi ise halkın önemli bir kesimini siyaseten paralize hale getiren Yeni Osmanlı stratejisinin sadece iç dinamikler açısından değil bölge ve dünya dengeleri açısından da zorlama olduğunu ortaya koydu. Bu durumda eli kolu serbestleşen halkımızın AKP iktidarını hallaç pamuğu gibi oradan oraya savurduğu Haziran günlerini yaşadık.

Hükümet istifa sloganın dönemin en meşru sloganı haline gelmesi ile AKP'nin İkinci Cumhuriyet rejimini de tehlikeye atan yönetim tarzının egemenler açısından da sorun olarak kodlandığına şahitlik ettik. Obama'nın Suriye fırçası da cemaatin Kasım ve Aralık aylarına yayılan AKP karşıtlığı da bu zeminde anlam kazandı. Bu tabloda AKP'yi iktidara taşıyan üçlü yapının her biri, AKP'nin meşruiyet kaybının kendilerinin meşruiyetine halel getirmeyeceği bir pozisyon alma derdine düştü. Ülkede alenen ve kitlesel ölçekte bir solculaşma yaşanırken ana mualefet partisinin ısrarla kendisini daha sağ bir pozisyona yerleştirmeye çalışmasının anlamı, AKP ile cisimleşen sağ iktidarın her türlü alternatifinin sosyalizme kapıları ardına kadar açacak olması ile mümkün oldu.

AKP'nin krizinin Türkiye kapitalizminin krizi haline gelmemesi için sergilenen bu çaba ne kadar yoğun olursa olsun, “zayıf halka adayı” olan Türkiye'nin “zayıf halka”ya dönüşeceği bir momentin işaretlerini almak mümkün hale geldi.

Bu durumda, marksizmi rehber edinen bir siyasi mücadele hattının, nesnel dayanakları açık olan iyimserliğini artırarak, kendini çok daha köklü ve Haziran'ı da aşacak olan bir tarihsel sıçrama için hazırlaması gerekir.

Marksizm değiştirmek için ve değiştirirken anlamak ise, devrimcilere düşen misyon hayatı sosyalizmi yakınlaştıracak taraflaşmalar üzerinden kavramaktır. Bu bakımdan kabaca “bize bir Sol cephe gerek” diye ifade edilen yaklaşımın yakın geleceğin devrimci görevleri açısından vazgeçilmez olduğunu bir kez daha vurgulamakta fayda var.

Yeni bir Türkiye kurmak için ihtiyaç duyulan enerjinin ilk parlaması bizim görkemli Haziran günlerimizde yaşandı. Bu parlamaya Türkiye kapitalizminin yok oluşu anlamına gelecek bir büyük yangını arayan gözlerle bakmadan devrimcilik olmaz.

Marksizm, proletarya devriminin teorisidir.



Notlar
1Karl Marxve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, çev: Erkin Özalp, 5. baskı, Yazılama Yayınevi, Kasım 2007, s. 19.
2“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir” Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Alman İdeolojisi, çev: Sevim Belli, 7. baskı, 2010, Sol Yayınları, s. 25. Marksizm başka pek çok açıdan kendinden önce ya da sonra ortaya çıkan akımlardan farklara sahip olsa da onun devrimci karakterinin en özlü ifadesi olan “11. Tez”in çok tekrarlanan ancak analizin doğrultusu bakımdan ihmal edilen bir yanı olduğunu not etmek gerekir.
3Türkiye Komünist Partisi tarafından üretilen son 5-6 yıllık konferans ya da kongre belgelerinin tekrar okunması bunun ayrıntılı analizini sağlayacaktır.
4Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 26. baskı, Küre Yayınları, Ekim 2008, s. 91.
5Bu dönemin ayrıntılı değerlendirmesi için bkz. Alper Birdal, Yiğit Günay, “Arap Baharı” Aldatmacası – Ortadoğu'da Emperyalist Restorasyon, Yazılama Yayınevi, Ağustos 2012.
7Bkz. 5 nolu dipnot.
8Yıllardır Kürt dinamiği ile lişkisi 1905 Rus devrimi öykünmesine dayanan Türkiye solunun Haziran'ı ele alırken bu noktayı hesaba katmaması gerçekten ironik bir durum.
9Mehmet Karaoğlu, “İkinci Cumhuriyet'in Dış Politikası Uygun Koşullara Sahip mi?”, Gelenek, 118, Ocak 2013.
11AKP'nin büyük sermaye gruplarına vaat ettiklerini sunmasına dair şüpheler kendini göstermeseydi Divan Oteli'nin eylemcilere bu kadar açık destek vermesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum.
12Metin Çulhaoğlu, Bütünselliğin Kerteleri, soL, 03/12/2013. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/butunselligin-kerteleri-83552
13“Karizması yerlerde sürünen ABD'nin 'liderliği' bir kez daha tartışılıyor, bu kez kendi içinde de. Güncel mesele Suriye krizi. Ama Suriye krizi ABD politikalarının bir tıkanma yaşadığı düğüm noktası olarak aynı zamanda ABD'nin Obama döneminde cisimleşen uluslararası alandaki stratejik tercihlerinin (ya da kararsızlıklarının) de sorgulanmasını getiriyor.” Gamze Erbil, “Emperyalizm de Yenilgiler Alırken Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”, Gelenek, 122, Ekim 2013, s. 47.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Bir eşitlik ve tarihsel ilerleme düşmanı olarak Nietzsche: Güç İstenci

Giriş

Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinin üretken düşünürü Friedrich Wilhelm Nietzsche, fikirleri ile yirminci yüzyılın pek çok düşünürünü etkiledi. Felsefesi ile aslında muhafazakar düşünceye ilham vermesi beklenebilecekken, Nietzsche'nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında açığa çıkan post-modern düşünce ile de ilişkilendirilmesi mümkün oldu. Burada post-modern düşüncenin de bir çeşit gericilik olduğunu hatırlatmakla birlikte, modernizme “soldan” eleştiri getirme niyeti ile post-yapısalcılık ve post-modernizme ulaşan Avrupalı sol aydınların bu yolculuklarında Nietzsche ile buluşmalarına işaret ediyorum. Düşüncelerinin Alman faşizmi açısından taşıdığı değere koşut olarak bir faşizm, otorite ve diktatörlük eleştirisi görünümündeki post-yapısalcı akım ile de ilişkilendiriliyor olması, Nietzsche'nin yıllardır tartışılmasına olanak tanıyan etkenlerin başında geliyor.

Nietzsche'yi Güç İstenci adlı yapıtı üzerinden değerlendireceğim bu çalışmanın amacı fikirlerinin olgunlaştığı ve popülerleştiği dönemi tarihsel bir çerçeveye oturtarak Nietzsche'yi bir gerici olarak değerlendirmemi mümkün kılan eşitlik ve tarihsel ilerleme düşmanlığı arasındaki ilişkiyi ortaya koymak olacak. Dolayısıyla, bu kısa değerlendirmede ne Nietzsche'ci felsefenin temel yapı taşlarını ele alacağım ne de Güç İstenci adlı kitabı bir bütün olarak değerlendireceğim.

Güç İstenci kitabı üzerinden Nietzsche'nin bir gerici olduğunu ortaya koymak için öncelikle efendi ahlakı ve köle ahlakı ayrımının nereye tekabül ettiğini saptayacağım. Ardından moderniteye dönük eleştirilerinin temelinde köle ahlakının egemenliğine itirazın yattığını açığa çıkaracağım. Son olarak tarihsel ilerleme fikrine saldırının Nietzsche'yi bir gerici pozisyonuna düşürdüğünü vurgulayarak çalışmayı sonlandıracağım.

Bunları yaparken Nietzsche'yi Nietzsche'ci bir felsefi çerçevenin içine yerleştirmek yerine daha tarihselci bir bakışla ele almanın doğru olacağını düşünüyorum. Anti-tarihselci bir düşünce sistematiğini onun kendi sınırlarını veri alarak eleştirmek belki bu yöntemin iç tutarsızlıklarını ortaya koymayı sağlayabilir. Ancak, ben, yöntemsel olarak tarihselci bir yaklaşımın anti-modernizme verilecek cevabı daha etkili kılacağı kanısındayım. Modernizmin içerilerek aşılması olarak da ifade edebileceğimiz marksizmin, anti-modernist bir yaklaşımı sorgularken modernizme hapsolmaması, çalışmanın dayandığı yöntemsel zemini kuvvetlendirecektir.

Bu nedenle, Nietzsche'yi eleştirel bir şekilde ele almadan önce, içine doğduğu tarihselliğin onun düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi açısından nasıl bir “tarihsel” olanak yarattığına değinerek başlamak faydalı olacaktır.

Prelüd: dekadans ya da Nietzsche'nin doğuşu

Güç İstenci'nin Avrupa Nihilizmi üzerine yazılanlarla başlaması tesadüf olarak görülmemeli (Nietzsche, 2010, s.22). Daha kitabının ilk sayfalarında Avrupa'nın nihilist bir dönemden geçmekte olduğunu vurgulayan Nietzsche, decadance(çöküş) olarak değerlendirdiği moderniteye saldırarak kuruyor düşünsel yapısını.

Avrupa'da yaşanan burjuva devrimlerinin ve kapitalizmin toplumsal formasyonun bütünü üzerinde sağladığı dönüşümlerin, Aydınlanma düşüncesinin iddia ettiği sonuçlara ulaşmaması romantizmin doğmasına neden olmuştu. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte doğan “modern” çağın toplumsal refahı ve bilim ile sanatın egemenliğini artırmasını bekleyen Avrupa aydını, kapitalizmin aslında vaat ettiği toplumsal ilerlemeyi sunmuyor olmasını fark ettiğinde, büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak romantizmin esiri olmuştu. Bu nedenle özellikle ondokuzuncu yüzyıl aydınının karamsar bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Bir yandan romantizme yol açan ve decadance olarak tanımlanan bu hayal kırıklığı nihilizmin de doğuşunu ifade ediyordu. Romantizme kıyasla daha radikal görünen nihilizme göre insanlara sunulan “değer”ler aslında birer hiçtir ve bu değer olarak sunulan şeylerin eleştirisinden başka yapacak bir şey bulunmamaktadır. Nietzsche nihilizmi bir gereklilik olarak görmekle birlikte, “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesinin” aslında nihilizmi de aşmak anlamına geleceğini ifade etmektedir. 

Nietzsche'nin fikirlerinin oluştuğu nesnelliğe baktığımızda romantik ve nihilist eleştirinin dışında başka bir eleştirel yöntemin daha bulunduğunu biliyoruz: marksizm. Nietzsche marksizm üzerine okumuş mu bilmiyoruz ancak onun düşüncesi ile marksizm arasında bir ilişki kurmak mümkün görünüyor.

İlişkiden kastım aralarında bir etkileşim olması değil. Kendisi de bir modernite eleştirisini içeren marksizmin pratik yenilgiler alması ile açılan gericilik döneminin, Nietzsche'ci düşüncenin gelişimi ve yaygınlaşması için gerekli ortamı yarattığını iddia ediyorum “ilişki” ile.

Kapitalizmin topluma sunduklarının acımasız bir eleştirisini bağrında taşıyan marksizm, tarihi sınıf savaşımları tarihi olarak görüyor ve aslında “tarih öncesi” sayılması gereken sınıflı toplumlara son vererek “tarih”i başlatma misyonunu işçi sınıfına yüklüyordu. İşçi sınıfı, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek, kendisi dahil tüm sınıfların varoluş koşullarını ortadan kaldıracak devrimci sınıftı.(Marx, 2007)

Bu düşüncenin ondokuzuncu yüzyılın üçüncü çeyreğinde kapitalizm karşıtı toplumsal mücadelelere damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Marksizmin bu yönteminin modernite eleştirisi açısından onu aşmayı hedefleyen pozitif bir karakter taşıdığını söylemek de mümkün. Romantizm ve nihilizm açıkça değiştirme mücadelesinin de anlamsızlığı üzerine inşa edilmişken, marksizm düşünsel silahını değiştirme gücü ve iradesi ile birleştirmişti.

Ancak 1871 Paris Komünü yenilgisi ile birlikte Avrupa'da başlayan gericilik dönemi, modernite eleştirisinin tek pozitif varyantını etkisizleştirerek Nietzsche'ci yöntemin önünü açan tarihsel koşulları oluşturmuş oldu[1]. Daha sonra modernite eleştirisi bağlamında da vurgulayacağım gibi, Nietzsche'ci düşüncenin gücü, tarihsel ilerleme fikrinin aldığı darbe ile paralel olarak artmış oldu. Nietzsche de bu fırsatı değerlendirerek eleştiri oklarını bir bütün olarak moderniteye ve tarihsel ilerleme fikrine yöneltti. Avrupa gericiliğinin Paris Komünü üzerinden toplumsal hareketler ve işçi sınıfı karşısında elde ettiği zafer, Nietzsche'nin gerici felsefesinin adeta köpeksiz köyde değneksiz gezmesine olanak tanımıştı.

Köle Ahlakı ve Güç İstenci

Köleyi efendiden ayıran şey, Nietzsche'ye göre, çalışma zorunluluğudur. Modern çağın efendi - köle ayrımı burjuvazi ile proletarya arasında değildir. Hangi toplumsal katmandan olursa olsun, çalışmak zorunda olan yığınlar, köledirler. Oysa efendiler herhangi bir şekilde çalışmak zorunda değildirler. Onlar çalışmaksızın yaşama olanağına sahip bir azınlıktırlar. Marksizme göre işbölümünün gelişimi ve üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucu açığa çıkın sınıfsal ayrışma, aynı zamanda bazı insanların çalışmayarak ya da daha az çalışarak yaşamalarını mümkün kılıyordu. Benzer şekilde Nietzsche’ye göre, efendiler, sahip oldukları üstün karakter nedeniyle çalışmadan yaşama ve sanat, felsefe, bilim gibi konularla ilgilenme olanak ve gücüne sahip insanlardır. Toplum, efendinin köle üzerindeki egemenliğini kabul etmeli ki hayat Dyonisos’cu bir içeriğe kavuşsun.  

Nietzsche toplumdaki algılanış ve iddiaların aksine güçlü olanın egemen olmadığını iddia etmektedir. Onun düşüncesine göre güçlü, güçlü olduğundan zayıflarla ilişkisinde hırslarından arınmıştır. Buna karşılık, zayıf olan, yaşadığı yoksunlukların sebebi olarak gördüğü efendiye karşı büyük bir hınçla yaşamaktadır. Bu nedenle aslında bugün güçlü olduğu söylenen efendinin değil, zayıf olduğu söylenen kölenin ahlakı egemenliğini sürdürmektedir. Zayıf olan köleler bu zaaflarını sayısal çoğunluk olmaları ile kapatmış ve dünyaya kendi köle ahlaklarını egemen kılmışlardır.

Nietzsche bu duruma son verilmesini ve efendi ahlakının yaşanmasını istemektedir ve bu da onun aristokratik yaşantısı ile son derece uyumludur. Değerlerin yeniden değerlendirilmesi çabası bir bakıma efendi ahlakının egemenliği ile sonuçlanacaktır.

Ancak bunun başarılması için çok temel bir sorun bulunmaktadır: ahlakın ele alınış biçimi.

Nietzsche tarihi efendi ile köle arasında bir mücadele olarak görmektedir ve Yahudilik’ten Hristiyanlık’a, anarşizmden sosyalizme pek çok tarihsel mücadeleyi köle ahlakının egemenliğinin aşamaları olarak kabul etmektedir. Tarih boyunca, ahlakın bu yanlış “değer”lendirilmesi sürekli efendiyi köle karşısında güçsüzleştirmiş ve modern çağın dekadansına ulaşılmıştır.

Nietzsche köle ahlakının oluşumunda en önemli imzanın Sokrates’e ait olduğu kanısındadır. İnsanın içgüdülerinin peşinde yaşadığı Helenik dönemin noktalanması anlamına gelen Sokrates, yaşamı ahlak ile sınırlandırarak insana en büyük kötülüğü yapmıştır. 

Burada efendi ahlakını anlamak için “güç istenci” ile neyin anlatıldığını belirtmem gerekiyor. Güç istenci, insanın temel varoluş biçimidir. Tüm varoluş bu güç istencinin yansımalarıdır. Nietzsche’ye göre evren, sonsuz sayıda  kuvvetin ya da güç dalgalarının itilim ve çekilimlerinden ibarettir. İnsan da doğaya yansıyan güç istencinden başka bir şey değildir. Güç edinme iradesi, Nietzsche’ye göre insanların sonradan türettiği soyut bir terim yahut  kavram değildir. Bu irade, yaşamın ve doğanın en temel ilkesidir. Efendiler, içgüdülerinden ibaret olan  güç istencini serbest bırakıp dünyayı efendi ahlakının egemenliğine kavuştursalar, insanlığın Dyonisos’cu bir  hayat yaşamaları mümkün olacaktır. Ancak köle ahlakı zayıf olanın güçlü olana öfkesi olarak kendini ortaya koyup, bu hayatı nihilist anlamda bir hiçe indirgemektedir.
 


Modernite eleştirisi ve tarihsel ilerleme

Nietzsche’nin modernite ile derdi de buradan kaynaklanmaktadır. Başta belirttiğim gibi Nietzsche’yi bir eşitlik düşmanı yapan, bu eşitlik isteğinin efendi ahlakını yok edip köle ahlakının egemenliğine yol açmasıdır.

Yahudilik hakkında görece iyimser değerlendirmeler yapan Nietzsche’nin Hristiyanlık konusundaki sert tavrı, onun bir eşitlik dini olarak kendini ortaya koymasından kaynaklanmaktadır. Yahudi inancına göre İbranilere tanınan ayrıcalıklı konum Hristiyanlıkta hiçbir kesime vaat edilmemektedir. Bu nedenle Sokrates’ten sonra köle ahlakının oluşumu ve efendi ahlakına üstün gelmesi bakımından en önemli dönemeç Hristiyanlık ile geçilmiştir.

Tarihi efendi ile kölenin mücadelesi olarak gören Nietzsche, Hristiyanlık örneğine benzer nedenlerle bütün büyük anlatıların taşıdıkları eşitlik vurgusunun köle ahlakının ifadelerei olduğu kanısındadır. Ahlakçılıktan rasyonalizme, anarşizmden sosyalizme her türlü modern düşünce sistematiğinden tiksinmesinin nedeni budur.

Nietzsche için modernite, köle ahlakının egemenliğini artırdığı için, eleştirilmesi gereken bir yanılgıdan ibarettir. Avrupa modernizmi, sunduğunu iddia ettiği değerler kümesi ile aslında bir tarihsel ilerlemeyi temsil etmez. Aksine, tarihsel ilerleme vurgusu ile insana sunulan değerler bir bütün olarak decadance'ın ta kendisidir(Yaşlı, 2010, s. 10). Modernitenin çocuğu sayabileceğimiz tarihsel ilerleme fikri ve bağlantılı olarak ele alınması gereken özne anlayışını eleştiren Nietzsche, hem ilerleme fikri üzerinden tarihe hem de özne felsefesine yönelttiği eleştiri üzerinden insana atfedilen değerlere itiraz etmektedir[2].

Eşitlik düşmanlığının tarihsel ilerleme düşmanlığına dönüşmesinin zemini burasıdır. Modernitenin ve Aydınlanma’nın rüzgarı ile belirlenen Avrupa’nın taşıdığı değer yitimi ile tarihsel açıdan ilerlemeyi değil gerilemeyi temsil ettiğinde ısrarcı olan Nietzsche, bir yandan Avrupa’nın dünyanın henüz modernleşmeyen geri kalan kısmına göre bir ilerlemeyi temsil etmediğini vurgularken, bir yandan da kendi içinde Avrupa tarihinin aristokratik döneme göre bir çöküşü ve gerilemeyi temsil ettiğini iddia etmektedir:

İlerleme. - Aldatılmaya izin vermeyelim! Zaman ilerliyor ve bizler içindeki herşeyin ilerlediğine- gelişmenin ilerleyen bir hareket olduğuna inanmak istiyoruz.

En ayık olanlar bu illüzyonla doğru yoldan saptılar. Ancak 19. yüzyıl 16. yüzyıl ile kıyaslandığında hiçbir ilerleme göstermemektedir ve 1888 yılının Alman ruhu 1788 yılının Alman ruhuyla kıyaslandığında bir gerilemeyi temsil eder.

İnsanlık” ilerlememektedir; hatta mevcut bile değildir.... Hıristiyanlığın yükselişinin bir çöküş hareketi olduğunun nasıl oldu da farkına varmadık? - Alman reform hareketinin Hıristiyan barbarlığının yeniden patlak vermesi anlamına geldiğini?- İhtilalin büyük bir toplum örgütlenmesine dair içgüdüyü yok ettiğini?

İnsanların, hayvanlarla kıyaslandığında hiçbir ilerleme kaydetmemiştir: Medenileşmiş acemi Araplar ile Korsikalılarla kıyaslandığında tam bir fiyaskodur; Çinliler, Avrupalılardan çok daha başarılı, özellikle de daha dayanıklı bir insan türüdür. (Nietzsche, 2010, s. 81)

Bu uzun alıntı göstermektedir ki Nietzsche ne tarihsel ilerlemeyi kabul etmektedir ne de bu ilerlemenin öznesi olarak insanlığı. Bu nedenle eleştirisini modernitenin çocuğu sayılabilecek rasyonalizm, ahlakçılık, romantizm, nihilizm ve sosyalizme de yöneltmektedir.(Nietzsche, 2010, s. 64-112)

Bu yazılanlara ek olarak Güç İstenci’nde Fransız İhtilali'nin ele alınışına değinmek Nietzsche ile Avrupa gericiliği arasındaki paralelliği yakalamak için faydalı olacaktır. Çünkü bu yaklaşım tarihsel ilerlemeye reddiyenin nerelerden beslenip nereleri beslediğinin güzel bir örneğini ortaya koymaktadır.
Nietzsche için tarihsel ilerleme fikrinin en kritik momenti olan Fransız İhtilali'nin gelişmelere pozitif bir etkisi bulunmamaktadır:

Fransız İhtilali'nden önce bir çok kademesi bulunan orta ve düşük sınıfların (tin ve vücudun düşük türleri dahil) yavaş ortaya çıkışı ve yükselişi aşağıdakileri kapsar- ki bu ortaya çıkış ve yükseliş Fransız İhtilali olmasaydı da gerçekleşirdi(abç) ve bu durumda sürünün tüm çobanların ve sürü öncülerinin egemenliği olarak ortaya çıkardı-” (Nietzsche, 2010, s. 65)

Ayaklarını “İhtilal-i Kebir”e basan sınıf mücadeleleri ile kavrulan Avrupa’da işçi sınıfının ağır Komün yenilgisinin hemen ardından kaleme alınan bu olumsalcı yaklaşım aynı zamanda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki zaferinin felsefi alandaki yansımasıdır. Yazıda altını çizdiğim Avrupa gericiliği burjuvazinin işçi sınıfını durdurmak için kurduğu ve o günlerde tek silahı haline gelen koalisyon ise, Nietzsche’nin anti-tarihselciliği bu koalisyonun en güçlü düşünsel barutu olmuştur.

Sonuç: güç istencine reddiye

Nietzsche’nin güç istencine tanıdığı üstünlüğün ve onun ifadesi olarak efendi ahlakının egemenliğinin, hakkı gücün ve içgüdünün belirlediği bir yaşam tasavvur ettiğini söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın modern kapitalizm ile de polemik yapıyor oluşu, aynı zamanda anti-kapitalist mücadeleleri de karşıya alması nedeniyle radikal anlamını yitiriyor.

Efendinin içgüdüsü uyarınca güç istenci ile yaşamasını yani bu zorbalığın meşrulaştırılmasını isteyen Nietzsche, işbölümü ve sınıfsal ayrışma ile ortaya çıkan Nietzsche’ci anlamda “efendi/köle” mücadelesini ortadan kaldırmak yerine dengenin güçlünün lehine değiştirilmesi gerektiğini savunuyor. Oysa onun felsefi sisteminin içinden bakıldığında bile, efendi ahlakı olarak sunulan şeyin zaten ironik bir şekilde azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümünü savunan kapitalizm ile buluşuyor. Bu bakımdan kapitalizmin en ciddi ideolojik hamlesi olan moderniteye dönük saldırılar bir gölge boksuna dönüşmekten kurtulamıyor.

Eşitlik idealine ve tarihsel ilerleme fikrine duyduğu öfke ile aslında köle ahlakında bulunduğunu iddia ettiği “hınç”ın en yetkin taşıyıcılarından biri haline gelen Nietzsche, modernizmin yaşadığı dekadanstan aldığı güçle modernizmi aşmayı hedefleyen sosyalizm gibi akımlara dahi saldırarak anti-tarihselci ve olumsalcı bir yönteme ulaşıyor.

Bütün bu gelişmelerin yaşandığı dönem, modernizmi aşma çabasındaki işçi sınıfının aldığı 1871 yenilgisi ile birleşince Nietzsche’nin yığınlara yani kölelere duyduğu öfke dizginlerinden boşanıyor. Bu nedenle Nietzsche’nin son elli yılın en önemli gerici akımı olan post-modernizm ve türevleri açısından gördüğü itibar şaşırtıcı olmasa gerek. 



Kaynakça

Marx, K. (2007) Komünist Parti Menifestosu (E. Özalp, Çev). İsyanbul: Yazılama
Nietzsche, F. (2010). Güç istenci (N. Epeçli, çev.). İstanbul: Say
Yaşlı, F. (2010). Hayatın Olumlanması Olarak Felsefe – Nietzsche ve Marx. İstanbul: Bilim ve Gelecek


[1]     Nietzsche'nin ilk kitabı “Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu”nun 1872 yılında yayımlanması, yaşının gençliği kadar, düşüncelerinin bir yıl önce açılan gericilik dönemi ile paralelliği bakımından da dikkate değerdir. 
[2] Fatih Yaşlı, Nietzsche ile Marx’ı felsefi yaklaşımları açısından incelediği değerli çalışması ile bu yazıdaki fikirlerime önemli bir katkıda bulunmuş odu. Ancak, değerlendirmemin kapsamı nedeniyle yazıyı alıntıya boğmamak adına kendi ifadelerimle yetindim.