1. Giriş
Herhangi bir kapitalistleşme sürecinin ilk halkalarının
kavranışı, izleyen aşamaların ele alınmasında büyük değer
taşıyor. Öyle ki, daha sonra yaşanan dönüşümler ve bunlara
dair tartışmalar, geçmişin değerlendirilmesinin izlerini bir
doğum lekesi gibi üzerinde taşıyor. Örneğin o ülkede
kapitalistleşmenin doğal değil iradi müdahalelerle yol aldığı
düşünülüyorsa, ülkede daha sonra yaşanan tüm zorlukların
faturası bu kuruluş dönemindeki “doğal olmayan”
bağlanabiliyor. Benzer şekilde, yaşanan tıkanmanın kuruluş
dönemindeki iradenin geri çekilmesine bağlayan görüşler de
ortaya atılabiliyor.
Türkiye özeline dönecek olursak, bugünün en sıcak tartışma
başlıklarının arka planında kurululş dönemindeki tercihlere
dair itiraz ya da desteğin yer aldığını söylemek mümkün.
Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik dönüşümü için ortaya atılan
görüşlerin referans aldığı kritik konu, kuruluş döneminin
öznesi olmaktadır. Tarihi sınıf mücadeleleri olarak gören
marksist yaklaşımı ayıracak olursak, hem liberal hem muhafazakar
tarih yaklaşımının değerlendirmesi, kuruluş döneminin bir
bürokratik özne tarafından inşa edildiği yönünde.
Bu değerlendirmeyi negatif yönde ele alanlara göre, Türkiye
kapitalizmi daha kuruluş döneminde sakatlanmıştır. Bu yaklaşım,
kurucu bürokratik öznenin toplumun değerlerini hiçe sayan,
elitist ve kendi dar grup çıkarlarını toplumun çıkarlarının
üstünde tutan bir karaktere sahip olduğu şeklindedir. Konuya
pozitif yaklaşım ise bu bürokratik kesimin toplumun çıkrları
adına çalıştığını ve bu nedenle Cumhuriyet devrimlerinin
hayata geçmesinde öncülük misyonunun çok değerli olduğunu
vurgulamaktadır. Bu görüşe göre ülkede daha sonra yaşanan
sıkıntıların kaynağında, bürokraside cisimleşen bu öncü
iradenin daha sonra ortaya konamaması yatmaktadır.
Türkiye'de yaşanan dönüşümlerin nasıl ele alınmasına dair bu
yaklaşım farkları, liberal, muhafazakar ve ulusalcı siyasi
akımların bugün ve yarın değerlendirmeleri bakımından hayati
önem taşımaktadır. Seçkinci bürokrasi ile “toplum”u karşı
karşıya getiren bu değerlendirmeler öylesine
araçsallaştırılmıştır ki, bir tartışmada birlikte tavır
alıp hasımlarını “bürokratik elit” olmakla suçlayanların
bir başka tarihsel momentte bu kez aynı suçlamayı birbirlerine
karşı kullandıklarına şahit olmak mümkündür. Bunun taze
örneği “17 Aralık (2013) operasyonu” olarak bilinen yolsuzluk
ve rüşvet tartışmaları ile yaşanmaktadır. Özelllikle
2004-2011 döneminde Kemalist “bürokratik elit”e karşı
birlikte mücadele eden AKP ile Fethullah Gülen Cemaati arasında
yaşanan tartışma ve ayrılık, AKP'nin Cemaat'i “devlet içine
sızmış elitist yapı” olarak değerlendirmesini beraberinde
getirmiştir.
Bu yaşananlar ışığında Türkiye kapitalizminin kuruluş dönemi
olarak tabir ettiğimiz tek parti döneminin incelenmesi büyük bir
öneme sahip. Analizi bürokratik elit ile toplum dikotomisine
dayandıranların ortak yanılgısı, iktidarın sınıfsal
karakterinin hesaba katılmıyor oluşudur. Bu nedenle bu çalışmanın
temek sorunsalı burjuvazi ile bürokrasinin ilişkilerini diyalektik
bir zeminde ele almak olacak. Bunu yapabildiğimiz takdirde,
toplumdaki gerçek çelişki ve karşıtlığın bürokrasi ile
burjuvazi arasında değil burjuvazi ile geniş emkeçi sınıflar
arasında olduğunu ortaya koymak mümkün olacaktır.
Çalışmada önce burjuvazi, bürokrasi ve devlet ile neyin
anlaşılması gerektiği ele alınıp bir kavramsal çerçeveye
ulaşmaya çalışacağım. Bu kavramsal çerçevenin sınanacağı
bir ara tartışma olarak Keyder'in(2009) konuya yaklaşımını
inceleyip bunun eleştirisini yaptıktan sonra tek parti dönemini
Boratav'ın(2012a) dönemlendirmesi ile 1923-31, 1932-39 ve 1940-46
olarak inceleyeceğim. Bu inceleme bize bürokrasi ile burjuvazi
arasındaki doğrultu ortaklığını gösterme imkanı verirken,
bugünün Türkiye kapitalizmine damga vuran birkaç önemli
holdingin gelişim sürecinde bu bürokratik mekanizmanın nasıl
işlev üstlendiğini de örnekler üzerinden ele alma imkanımız
doğacak. Çalışmanın sonuç bölümünde ise ulaştığımız
bulguları sıraladıktan sonra, kuruluş dönemindeki sınıf
karşıtlığının zeminine işaret edeceğim.
2. Devlet, Burjuvazi ve Bürokrasi
Devleti sınıfsal aidiyetten yoksun bir araç olarak ele almanın
yarattığı kafa karışıklığının ifadesi olarak burjuvazi ile
bürokrasi arasındaki ilişkilerin yanlış bir zeminde ele
alınmasından kaçınmak için öncelikle devlet, burjuvazi ve
bürokrasi tanımlarını ilişkisel düzeyde yapmak gerekiyor.
Tarihsel açıdan devlet, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla
birlikte bir ihtiyaç olarak kendini dayatmıştır. Toplumsal
işbölümünün gelişmesi ve özellikle tarım devrimi ile
birlikte, toplumun bir kesiminin üretim sürecinin dışında yer
alma imkan ve zorunluluğu ile karşılaşılmış ve devlet
örgütlenmesinin ilk adımları bu şekilde atılmıştır. Köleci
toplumla birlikte ise Akdeniz çevresinde ilk devletler ortaya
çıkmıştır (Eroğul, 2012: 21-23). İş bölümü ve mülkiyet
ilişkilerinin doğuşu ile birlikte devletin ortaya çıkması ve
bazı insanların üretmeden yaşama olanağına kavuşması, toplum
içerisinde bir yönetici sınıf oluşumunu sağlayarak siyasetin
devlet idaresinde önemli bir enstrüman olmasını sağlamıştır:
“Öyleyse, devlet varsa, ki sınıflı toplum devletsiz yaşayamaz,
siyasal etkinlikler içinde, egemen üretim biçimini korumak ve
geliştirmek için yapılanlara ek olarak devletin üstünlüğünü
korumak ve geliştirmek için yapılanlar da yer alacaktır.”
(Eroğul, 2012:27)
Bu söylenen, devletin egemen sınıfın ihtiyaçlarını
gözetebilmek için sahip olmak zorunda olduğu toplumsal meşruiyetle
ilgili önemli bir noktadır. Çünkü insanların devlet otoritesine
boyun eğmeleri için zor dışı mekanizmalara da gereksinim
duyulur. İkna ile zor birbirini tamamlayan iki unsur ise, zora eşlik
eden bir iknanın zemini yukarıda alıntılanan yaklaşımda
gizlidir. Çünkü her egemen sınıf kendi çıkarlarını tüm
toplumun çıkarları olarak sunmak durumundadır(Marx ve Engels,
2010: 77).
Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte doğan modern devletin sınıfsal
karakteri konusunda Marx ve Engels'in “modern devlet iktidarı”nı
kapitalist sınıfın ortak işlerini yürüten bir komite olarak
gören (2007: 13) yaklaşımı esas olarak devletin sınıfsal
karakterini ortaya koymaktadır. Ancak bu sınıfsal karakter kendini
her zaman tek boyutlu olarak göstermez. Kapitalizm koşullarında
egemen sınıf üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan
burjuvazidir. Bütün üstyapı kurumları kapitalist üretim
ilişkilerinin egemenliğinin farklı biçimlerini oluştururlar.
Ancak bu söylenen ekonomik temelin üstyapıya doğrudan yansıması
olarak düşünülmemelidir. Üretim ilişkilerinin doğal sonucu
olan burjuvazinin egemenliği, toplumsal formasyonun bütünü
üzerinde çeşitli dolayımlar ile sağlanır. Yalman'ın ifadesi
ile devlet, “... belirli toplumsal üretim ilişkileri bağlamında
ortaya çıkan, o ilişkilerin tarihsel süreçlerde belirlenen
somutlanma biçimidir”(2012: 79).
Egemen sınıf olan burjuvazinin ortak çıkarlarının korunması ve
sistemin sürekliliğinin sağlanması için tek tek burjuvaların
sahip oldukları ufkun ötesinde bir tarihsel mekanizmaya ihtiyaç
duyulmaktadır. Bürokrasinin devlet örgütlenmesindeki teknik rolü
bir kenara bırakıldığında asıl işlevi burada bulunmaktadır.
Özellikle burjuvazinin doğum ve gelişim aşamalarında
bürokrasinin bazı örneklerde burjuvaziden farklı bir toplumsal
sınıf gibi davrandığı yanılgısı, analizi devlet-toplum
dikotomisine dayandıran sivil toplumcu bir yapıya büründürmektedir.
Oysa bürokrasinin burjuvazinin egemenliğinin sürmesi için bile
belli bir göreli özerkliği koruması işin tanımında
bulunmaktadır. Bu tartışmayı daha somut bir zeminine
yerleştirerek sürdüreceğim.
3.1. Keyder'in Bürokrasi yaklaşımı ve Boratav'ın eleştirisi
Keyder'e özel bir ara bölüm açmamın nedeni, görüşlerinin(2009)
bürokrasi – burjuvazi ilişkisi bakımından temel bir yanılgıyı
çok iyi temsil ediyor olmasıdır. Bu nedenle bu kısa bölümde
Keyder'in temel yaklaşımını ve Boratav'ın bu yaklaşıma
getirdiği eleştirileri(2013) sunmak ilerleyen bölümler için
faydalı olacaktır.
İlk söylenmesi gereken Keyder'in Osmanlı'yı feodal olarak
görmeyen yaklaşımı olmalı. Mutlakiyetçi yapısı nedeniyle
feodal beylerin gelişimi ve ticaret sermayesinin oluşumu gibi
kapitalistleşmenin kuluçkalarından yoksun olan Osmanlı'da
bürokrasinin bir sınıf karakteri kazandığı iddiası(Keyder,
2009: 15), 1923 kırılması ile birlikte yaşanan sert dönüşümlerin
taşıyıcılığının burjuvazi yerine bürokrasiye düştüğü
şeklinde değerlendirilmektedir. Burjuvaziden yoksun bri burjuva
devrimi olarak 1923, ihtiyaç duyduğu itici iradeyi sergileyecek
sınıfsal temelden yoksundur ve bu nedenle bürokrasi Osmanlı'dan
kalma bir alışkanlıkla kendini ülkenin kurucusu/kurtarıcısı
olarak görmektedir. Bu ise kapitalistleşme sürecinin ihtiyaç
duyduğu yerli bir sermaye sınıfının oluşumunu yavaşlatan
bürokratik kararlara neden olmakta ve kendini toplumun dışında
konumlandıran bir bürokratik “elit” sınıf oluşmaktadır.
Keyder bürokrasinin sahip olması gereken meşruiyetin farkında
olduğu halde yine de bu kesimin “bal tutan parmağını yalar”
misali kendi ekonomik çıkarları gereği bri sınıfsal pozisyon
aldığı iddiasındadır(2009: 39).
Buraya kadar aktarılanlar Keyder'in fikirlerinin en kritik
boyutlarını içermektedir ve yazıyı uzatmamak adına tüm
tezlerin ayrıntılı değerlendirmesine girişilmeyecek. Boratav'ın
bu görüşleri eleştirdiği çalışması bürokrasinin konumu ve
işlevine dair sağlıklı bir çerçeveyi haizdir.
Osmanlı'nın feodal olmadığına dair görüşü ele alırken
literatüre Asya Tipi Üretim Tarzı(ATÜT) olarak geçen
mutlakiyetçi yapı analizine değinmekte fayda var. ATÜT olarak
adlandırılan üretim tarzının klasik feodalizme uymadığı
ortada ancak bu tarzın da “feodalizmin merkeziyetçi
türü”(Boratav, 2012b: 32) olarak değerlendirilmesi daha doğru
olacaktır.
Boratav toplumsal sınıfların konumuna değindikten sonra yaptığı
değerlendirme ile bürokrasinini Osmanlı döneminde artığa
doğrudan el koymak suretiyle kısmen sınıf karakteri taşıdığını
ancak cumhuriyet dönemi ile birlikte bu durumun mevcut olmadığını
vurgulamıştır(2013: 185). Bir sınıf olmayan bürokrasi, egemen
sınıfın çıkarlarının hizmetindedir ancak bu misyonunu yerine
getirebilmesi için öncelikle tek tek burjuvaların ufkunu aşan bir
kavrayış ile kapitalistleşmenin önünün açılması
gerekmektedir.
Geç kapitalistleşme sürecindeki bir burjuva devrimi, ülke
ölçeğinde sermaye birikimini gözeten politikaları hayata
geçirmelidir. Bürokrasi, bu politikaların saptanmasının yanı
sıra uygulanması için gerekli zorun ve iknanın örgütlenmesi
açısından da burjuvazinin gelişimine hizmet etmektedir.
Bürokrasinin toplumsal dönüşümlerdeki öncü rolü bir tercih
değil zorunluluktur. Kapitalistleşmenin dinamosu olması gereken
burjuvazi bu kadar zayıfken bürokrasinin işlevinde “kapitalist
yaratma” misyonu belirleyici bir yer tutmaktadır.
Aşağıda inceleyeceğimiz dönemleri tüm ayrıntıları ile ortaya
koymaktan ziyade, burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkiler
bakımından önemli gördüğümüz bir kaç noktanın altını
çizmekle yetineceğim. Bu sırada bürokrasinin bazen çıkar
ilişkisi içine girip burjuvalaşmasını bazense aldığı
kararların burjuvazinin önünü açan yapısını göstereceğim.
3.2. 1923-31 Dönemi
Cumhuriyet'in kuruluşundan 1931'e kadar geçen dönemi İzmir
İktisat Kongresi ile başlatmak mümkün. Lozan görüşmeleri ile
kendini batı dünyasına kabul ettirmek isteyen genç cumhuriyet
kadroları, yaşanan tıkanmayı aşmak için İzmir İktisat
Kongresi ile emperyalizme kapitalist yolu seçtiklerini vurgulama
ihtiyacı hissetmişlerdir.(Timur, 2008: 74; Boratav, 2006: 42-43)
İzmir İktisat Kongresi'ni izleyen 1923-31 dönemine ekonomik açıdan
damga vuran, ekonomiyi canlandırma arzusu olmuştur. Bu dönemim
dikkat çeken adımları aşarın kaldırılması, İş Bankası'nın
kurulması, Sanayi ve Maadin Bankası ile Şeker Fabrikaları,
Teşviki Sanayi Kanunu ve inhisarlar olarak sıralanabilir(Boratav,
2006 ve 2012a).
Sayılan adımların tümü cumhuriyetin yeniden inşası için
ihtiyaç duyulan sermaye birikimi ile ilişkilidir. Aşarın
kaldırılması ile tarımda kapitalistleşmenin ve sermaye
birikiminin hızlandırılması hedeflenirken İş Bankası'nın
kurulması ile girişimcilere kredi sağlanması düşünülmüştür.
Teşviki Sanayi Kanunu yerli burjuvazi için kolaylıklar anlamına
gelirken inhisarlar hem dolaylı vergi aracılığıyla sermayeye
kaynak aktarımı için kullanılmış hem de ortaklık üzerinden
yerli burjuvazi oluşumuna katkı yapması planlanmıştır.
Burada özellikle İş Bankası'nın bürokrasi - burjuvazi
ilişkileri açısından öneminini vurgulanması gerekiyor. 1924
yılında kurulan İş Bankası, 1945'e kadarki dönemde türkiye'de
ekonomik hayatın merkezinde bulunuyordu(Öztürk, 2011: 194). İlk
yönetim kurulunun tamamı CHP'li vekillerden oluşan İş Bankası,
özel sermaye ile devlet arasında aracılık işlevi görmüş ve bu
sırada bürokrasi içinden bazı kesimlerin çıkar sağlayarak
burjuvalaşmaları süreci ortaya çıkmıştır ve bozulma çift
yönlüdür:
“İş Bankası'nın faaliyetleri çerçevesinde belirginleşen bu
olgu, sermaye çevreleri-siyaset bütünleşmesine, bir yandan eski
Kuvayi Milliyecileri sırtlarında taşıdıkları siyasi nüfuzu
kullanarak ticaret hayatının orta yerine sürüklerken; öte yandan
da hükümetin iktisat politikası üzerinde aynı unsurların etkili
olmalarını sağlayarak yol açıyordu.” (Boratav, 2006: 45)
Bu dönemde kurulan kamu fabrikalarının ortaklık yoluyla millit
vekillerini bünyesine katmaları burjuvazi ile bürokrasinin
işbirliğinin bör örneğini ortaya koyuyorken devlete ait
inhisarlara yerli sermaye çevrelerinin ortak edilmesi de aynı yönde
bir sonuca neden oluyordu. Ek olarak Teşviik Sanayi Kanunu, adı
üzerinde, ülkenin sınai birikime sahip hale gelmesi için gerekli
kolaylıkları sağlamayı hedeflemişti. Ancak rakamlar
incelendiğinde, 1923-31 döneminin hissedilir bir sanayileşmeye
neden olamadığı görülmektedir(Boratav, 2012a: 52).
3.3. 1932-39 Dönemi
Ele alacağımız ikinci dönem, burjuvazi – bürokrasi ilişkileri
bakımından daha tartışmalı bir döneme tekabül etmektedir.
Türkiye'de devletçilik dönemi olarak anılan bu yıllardaki
iktisat politikaları hem ilk dönemki hamlelerin bir sanayileşmeye
neden olmadığının görülmesi hem de 1929 krizi sonrası yaşanan
içe kapanmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Bürokrasiye bağımsız bir sınıfsal karakter verilmesine benzer
şekilde devletçilik tartışması da sağlıklı bir
değerlendirmeye tabi tutulmadığında bir kez daha burjuvazi ile
bürokrasi yapay şekilde karşı karşıya getirilecektir. Boratav
başta olmak üzere pek çok iktisatçı, 1932-39 yıllarındaki
korumacı-devletçi iktisat döneminin ulusal pazarın gelişimi ve
yerli burjuvazi oluşumu için bri enstrüman olduğunu
vurgulamaktadır. Bu nedenle ben konuya buradan yaklaşmak yerine
sermaye birikiminin zayıflığının bürokrasi üzerine ne tür
yükler bindirdiğini ele alacağım.
Milli Türk Ticaret Birliği'nin kurucularından Ahmet Hamdi Başar,
İzmir İktisat Kongresi'nin örgütleyicilerinin önde
gidenlerindendi. Aslen bir liberal olan Başar, 1931 tarihinde en iyi
devleti en iyi insanların oluşturacağı en iyi cemiyetin
kuracağını, ancak, en iyi cemiyetin oluşması için de en iyi
devletin oluşmasının gerektiğini yazıyor(Başar, 1995: 23).
İktisadi devletçilik ile idari devletçilik arasında bir ayrım
olduğunu vurgulayan Başar, bürokrasinin gücünü sermaye
sınıfının güçsüzlüğünün bir türevi olarak
değerlendirmektedir:
“Klasik idari devlet, ancak iktisadi sınıfların haricinde “memur
sınıfı” teşkil etmiş, ve bir sınıf halinde kuvvetlenmiş
olan memleketlerde vazifesini genişletmiştir; iktisadi
sınıfların kuvvet ve mukavemeti ne kadar dar ve az ise “idari
devlet”in ittisa hududu o kadar geniş ve açık olmuştur.”
(Başar, 1995: 24)
Sıkı bir liberal burjuva olan Başar'ın yazdıkları devlet eliyle
burjuvazi yaratımı konusundaki sınıf bilincinin bir yansıması
olsa gerek. Ülkenin kapitalistleşme yolunda hızlı adımlar
atabilmesi için ihtiyaç duyduğu altyapı yatırımlarına soyunan
devlet bürokrasinin, nihayetinde burjuvazinin güçlenmesi ile
birlikte misyonunun dönüşeceği düşünülmüş olmalıdır.
Yine aynı dönemde planlı ekonomi konusunda atılan adımlar da
hızlı altyapı yatırımları hedefine dayanmaktadır. Özellikle
enerji ve ulaşım alanlarındaki ihtiyacın karşılanması halinde
sermaye birikiminin hızlanacağı düşünülmektedir.
3.4. 1940-46 Dönemi
1932-39 dönemindeki altyapı yatırımları ve planlı
sanayileşmenin yaklaşan savaş nedeniyle duraklaması ile başlayan
bu kısa dönemin en temel özelliği bir duraklama dönemi
olmasıdır. Yatırımların savunmaya kaydırılması nedeniyle
yaşanan kesinti sanayileşmeyi durdurmuş ve ülke bir geçici özel
dönemden geçmiştir.
Bu süre zarfında ise yalnız Milli Korunma Kanunu ile tarımdan
kaynak aktarımı yaşanmamış, 1942-44 yıllarına yayılan Varlık
Vergisi ve 1944-1946 yıllarına yayılan Toprak Mahsulleri Vergisi
ile de sermaye bileşimine müdahale edilmek istenmiştir. Özellikle
Varlık Vergisi'nin yasada belirtilmediği halde gayri müslim
azınlığa uygulanmış olması, sermayenin el değiştirmesi
sonucunu doğurmuştur. Bu sayede zenginleşen Anadolu eşrafı
“hacıağa” olarak anılan yerli burjuvazinin gelişiminde kritik
öneme sahiptir(Boratav, 2012a: 88).
4. Sonuç
Sonuç bölümünde öncelikle Türkiye ekonomisine damga vuran bazı
büyük sermaye gruplarının gelişimde devletin ve bürokrasinin
payına dair Özgür Öztürk'ün değerli çalışmasından1
yola çıkarak kimi notlar düşeceğim.
Yukarıda İş Bankası'nın Türkiye ekonomisindeki özel rolünden
söz etmiştim. Kurulduktan sadece üç sene sonra Ziraat
Bankası'ndan fazla mevduat toplamayı başaran İş Bankası,
sağladığı büyük kredilerle sermaye birikiminin kritik halkası
konumundaydı(Öztürk, 2011:193). Ortaklık yapısı yerel eşraf
ile milletvekillerinin ittifakına dayanan İş Bnkası'nın bu gücü,
onunla temas halindeki bürokrasinin de bu ilişki ağına çekilerek
İş Bankası'nın çıkarlarına hizmet etmelerini sağlıyordu.
Bankanın kime, nasıl ve ne kadar kredi sağlayacağı sorularının
yanıtı burjuvazi ile bürokrasi arasındaki giderek griftleşen
ilişkide saklıydı. Bunun yanı sıra, 1930'lu yıllardaki devletçi
politikalara sigortacılık ve madenciliğin dahil edilmeyişi İş
Bankası'na büyük olanaklar sunulması anlamına
gelmişti(Kocabaşoğlu vd., aktaran Öztürk 2011:196). Benzer
şekilde, ilk sanayi planında cam tekelinin İş Bankası'na
bırakılması da büyük bir rant getirdi. 1934 yılında tamamı
ithal edilen yurt içi cam tüketiminin %61'i, 1936'a yani Paşabahçe
Cam Sanayii'nin kuruluşundan bir yıl sonra bu fabrika tarafından
karşılanıyordu(Koçak, aktaran Öztürk 2011:196). İş
Bankası'nın İtibar-ı Milli Bankası'nı yutması finansal olduğu
kadar siyasi bir hamleydi. “İttihatçıların İş Bankası”
olarak anılan İtibar-ı Milli Bankası'nın ele geçirilmesi ile
İttihatçı geçmişle hesaplaşılırken, bu bankanın sahip olduğu
ayrıcalıklardan da kurtulunmuş olunuyordu(Kocabaşoğlu vd.,
aktaran Öztürk 2011:194).
Öztürk'ün incelediği büyük sermaye gruplarının çoğunun
sanayi alanındaki yatırımları 1940 sonrası oluşmaya
başladığından çalışmanın sınırlarının dışına taşıyor.
Ancak bu sermaye grupları için de iki not düşmekte fayda var:
birincisi, Koç grubu başta olmak üzere bu grupların ilk
birikimleri ticaret sermayesi üzerinden olmuştur ve bunda savaş
dönemlerinin sağladığı fahiş fiyat olanakları büyük pay
sahibidir. İkinci olarak, ele aldığımız dönemde neredeyse her
türlü ekonomik faaliyetin merkezinde olan İş Bankası sayesinde
bu sermaye grupları da bürokrasi – burjuvazi ilişkilerinin içine
çekilmektedirler.
Sonuç olarak, Türkiye kapitalizminin kuruluş döneminde sermaye
birikiminde yaşanan sıkıntıların bir sonucu olarak öne çıkan
bürokrasi, bağımsız bir sınıf karakteri taşımamaktadır.
Bürokrasinin rolünün artmasının nedeni öncelikle burjuvazinin
zayıflığıdır. Buna ek olarak, bürokrasiyi oluşturan bazı
kesimlerin sermaye grupları ile kurdukları ilişkiler sayesinde
burjuvalaşmakta oldukları da bir başka veridir. Sınıflı
toplumların iç örgütlenmesinde özel bir misyona sahip olan
devlet de bir sınıf karakterine sahiptir ve bürokrasinin “göreli
özerk” konumu bunu değiştirmemektedir. Aksine, bu göreli
özerklik sayesinde, bürokrasi hem kendi işlevini
anlamlandırabilmekte hem de bir toplumsal meşruiyet
geliştirebilmektedir.
Kaynakça
Başar, A. H. (1995). iktisadi
Devletçilik ve Mevzuları. N. Coşar (Ed.), Türkiye'de
Devletçilik
içinde (ss. 23-40). İstanbul: Bağlam.
Boratav, K. (2006). Türkiye'de
Devletçilik.
Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012a). Türkiye
iktisat tarihi, 1908-2009.
Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012b). Toplumsal
Sınıflar. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset
Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler
içinde (ss. 29-40). İstanbul: Yordam Kitap.
Boratav, K. (2013). Emperyalizm,
sosyalizm ve Türkiye.
İstanbul: Yordam Kitap.
Eroğul, C. (2012). Siyaset. G.
Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset
Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler
içinde (ss. 17-28). İstanbul: Yordam Kitap.
Keyder, Ç. (2009). Türkiye'de
devlet ve sınıflar.
İstanbul: İletişim.
Marx, K. ve Engels, F. (2007).
Komünist Parti
Manifestosu. (E.
Özalp, Çev.) İstanbul: Yazılama.
Marx, K. ve Engels, F. (2010).
Alman İdeolojisi.
(S. Belli, Çev.) Ankara: Sol
Öztürk, Ö. (2011). Türkiye'de
büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi.
İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).
Timur, T. (2008). Türk
devrimi ve sonrası.
Ankara: İmge.
Yalman, G. (2012). Devlet. G.
Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset
Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler
içinde (ss. 69-85). İstanbul: Yordam Kitap.
1Öztürk,
Ö. (2011). Türkiye'de
büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi.
İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).
2 yorum:
Sayfanız ve yazılarınız kişisel fantezilerden ve bireysel kariyerizmden ibaret. Muhtemelen bir örgüt bağınız var ama hatırlatmakta fayda gördüm: Örgütlü mücadele şart. (Tanıdık bir dost tavsiyesi)
Yorumunuzu yeni gördüm. Yalnız buradaki yazıların iki tanesi ödev olarak yazıldı, geri kalanlar ise bir örgütün yayınlarında yayımlandı zaten. Tanıdık olduğunuza göre bunu da biliyorsunuzdur. O halde...
Yorum Gönder