2 Şubat 2014 Pazar

Tek Parti Döneminde Burjuvazi - Bürokrasi İlişkisi / Ayhan KESER

1. Giriş
Herhangi bir kapitalistleşme sürecinin ilk halkalarının kavranışı, izleyen aşamaların ele alınmasında büyük değer taşıyor. Öyle ki, daha sonra yaşanan dönüşümler ve bunlara dair tartışmalar, geçmişin değerlendirilmesinin izlerini bir doğum lekesi gibi üzerinde taşıyor. Örneğin o ülkede kapitalistleşmenin doğal değil iradi müdahalelerle yol aldığı düşünülüyorsa, ülkede daha sonra yaşanan tüm zorlukların faturası bu kuruluş dönemindeki “doğal olmayan” bağlanabiliyor. Benzer şekilde, yaşanan tıkanmanın kuruluş dönemindeki iradenin geri çekilmesine bağlayan görüşler de ortaya atılabiliyor.

Türkiye özeline dönecek olursak, bugünün en sıcak tartışma başlıklarının arka planında kurululş dönemindeki tercihlere dair itiraz ya da desteğin yer aldığını söylemek mümkün. Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik dönüşümü için ortaya atılan görüşlerin referans aldığı kritik konu, kuruluş döneminin öznesi olmaktadır. Tarihi sınıf mücadeleleri olarak gören marksist yaklaşımı ayıracak olursak, hem liberal hem muhafazakar tarih yaklaşımının değerlendirmesi, kuruluş döneminin bir bürokratik özne tarafından inşa edildiği yönünde.

Bu değerlendirmeyi negatif yönde ele alanlara göre, Türkiye kapitalizmi daha kuruluş döneminde sakatlanmıştır. Bu yaklaşım, kurucu bürokratik öznenin toplumun değerlerini hiçe sayan, elitist ve kendi dar grup çıkarlarını toplumun çıkarlarının üstünde tutan bir karaktere sahip olduğu şeklindedir. Konuya pozitif yaklaşım ise bu bürokratik kesimin toplumun çıkrları adına çalıştığını ve bu nedenle Cumhuriyet devrimlerinin hayata geçmesinde öncülük misyonunun çok değerli olduğunu vurgulamaktadır. Bu görüşe göre ülkede daha sonra yaşanan sıkıntıların kaynağında, bürokraside cisimleşen bu öncü iradenin daha sonra ortaya konamaması yatmaktadır.

Türkiye'de yaşanan dönüşümlerin nasıl ele alınmasına dair bu yaklaşım farkları, liberal, muhafazakar ve ulusalcı siyasi akımların bugün ve yarın değerlendirmeleri bakımından hayati önem taşımaktadır. Seçkinci bürokrasi ile “toplum”u karşı karşıya getiren bu değerlendirmeler öylesine araçsallaştırılmıştır ki, bir tartışmada birlikte tavır alıp hasımlarını “bürokratik elit” olmakla suçlayanların bir başka tarihsel momentte bu kez aynı suçlamayı birbirlerine karşı kullandıklarına şahit olmak mümkündür. Bunun taze örneği “17 Aralık (2013) operasyonu” olarak bilinen yolsuzluk ve rüşvet tartışmaları ile yaşanmaktadır. Özelllikle 2004-2011 döneminde Kemalist “bürokratik elit”e karşı birlikte mücadele eden AKP ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan tartışma ve ayrılık, AKP'nin Cemaat'i “devlet içine sızmış elitist yapı” olarak değerlendirmesini beraberinde getirmiştir.

Bu yaşananlar ışığında Türkiye kapitalizminin kuruluş dönemi olarak tabir ettiğimiz tek parti döneminin incelenmesi büyük bir öneme sahip. Analizi bürokratik elit ile toplum dikotomisine dayandıranların ortak yanılgısı, iktidarın sınıfsal karakterinin hesaba katılmıyor oluşudur. Bu nedenle bu çalışmanın temek sorunsalı burjuvazi ile bürokrasinin ilişkilerini diyalektik bir zeminde ele almak olacak. Bunu yapabildiğimiz takdirde, toplumdaki gerçek çelişki ve karşıtlığın bürokrasi ile burjuvazi arasında değil burjuvazi ile geniş emkeçi sınıflar arasında olduğunu ortaya koymak mümkün olacaktır.

Çalışmada önce burjuvazi, bürokrasi ve devlet ile neyin anlaşılması gerektiği ele alınıp bir kavramsal çerçeveye ulaşmaya çalışacağım. Bu kavramsal çerçevenin sınanacağı bir ara tartışma olarak Keyder'in(2009) konuya yaklaşımını inceleyip bunun eleştirisini yaptıktan sonra tek parti dönemini Boratav'ın(2012a) dönemlendirmesi ile 1923-31, 1932-39 ve 1940-46 olarak inceleyeceğim. Bu inceleme bize bürokrasi ile burjuvazi arasındaki doğrultu ortaklığını gösterme imkanı verirken, bugünün Türkiye kapitalizmine damga vuran birkaç önemli holdingin gelişim sürecinde bu bürokratik mekanizmanın nasıl işlev üstlendiğini de örnekler üzerinden ele alma imkanımız doğacak. Çalışmanın sonuç bölümünde ise ulaştığımız bulguları sıraladıktan sonra, kuruluş dönemindeki sınıf karşıtlığının zeminine işaret edeceğim.

2. Devlet, Burjuvazi ve Bürokrasi
Devleti sınıfsal aidiyetten yoksun bir araç olarak ele almanın yarattığı kafa karışıklığının ifadesi olarak burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkilerin yanlış bir zeminde ele alınmasından kaçınmak için öncelikle devlet, burjuvazi ve bürokrasi tanımlarını ilişkisel düzeyde yapmak gerekiyor.

Tarihsel açıdan devlet, sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte bir ihtiyaç olarak kendini dayatmıştır. Toplumsal işbölümünün gelişmesi ve özellikle tarım devrimi ile birlikte, toplumun bir kesiminin üretim sürecinin dışında yer alma imkan ve zorunluluğu ile karşılaşılmış ve devlet örgütlenmesinin ilk adımları bu şekilde atılmıştır. Köleci toplumla birlikte ise Akdeniz çevresinde ilk devletler ortaya çıkmıştır (Eroğul, 2012: 21-23). İş bölümü ve mülkiyet ilişkilerinin doğuşu ile birlikte devletin ortaya çıkması ve bazı insanların üretmeden yaşama olanağına kavuşması, toplum içerisinde bir yönetici sınıf oluşumunu sağlayarak siyasetin devlet idaresinde önemli bir enstrüman olmasını sağlamıştır:
“Öyleyse, devlet varsa, ki sınıflı toplum devletsiz yaşayamaz, siyasal etkinlikler içinde, egemen üretim biçimini korumak ve geliştirmek için yapılanlara ek olarak devletin üstünlüğünü korumak ve geliştirmek için yapılanlar da yer alacaktır.” (Eroğul, 2012:27)

Bu söylenen, devletin egemen sınıfın ihtiyaçlarını gözetebilmek için sahip olmak zorunda olduğu toplumsal meşruiyetle ilgili önemli bir noktadır. Çünkü insanların devlet otoritesine boyun eğmeleri için zor dışı mekanizmalara da gereksinim duyulur. İkna ile zor birbirini tamamlayan iki unsur ise, zora eşlik eden bir iknanın zemini yukarıda alıntılanan yaklaşımda gizlidir. Çünkü her egemen sınıf kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunmak durumundadır(Marx ve Engels, 2010: 77).

Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte doğan modern devletin sınıfsal karakteri konusunda Marx ve Engels'in “modern devlet iktidarı”nı kapitalist sınıfın ortak işlerini yürüten bir komite olarak gören (2007: 13) yaklaşımı esas olarak devletin sınıfsal karakterini ortaya koymaktadır. Ancak bu sınıfsal karakter kendini her zaman tek boyutlu olarak göstermez. Kapitalizm koşullarında egemen sınıf üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde tutan burjuvazidir. Bütün üstyapı kurumları kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğinin farklı biçimlerini oluştururlar. Ancak bu söylenen ekonomik temelin üstyapıya doğrudan yansıması olarak düşünülmemelidir. Üretim ilişkilerinin doğal sonucu olan burjuvazinin egemenliği, toplumsal formasyonun bütünü üzerinde çeşitli dolayımlar ile sağlanır. Yalman'ın ifadesi ile devlet, “... belirli toplumsal üretim ilişkileri bağlamında ortaya çıkan, o ilişkilerin tarihsel süreçlerde belirlenen somutlanma biçimidir”(2012: 79).

Egemen sınıf olan burjuvazinin ortak çıkarlarının korunması ve sistemin sürekliliğinin sağlanması için tek tek burjuvaların sahip oldukları ufkun ötesinde bir tarihsel mekanizmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bürokrasinin devlet örgütlenmesindeki teknik rolü bir kenara bırakıldığında asıl işlevi burada bulunmaktadır. Özellikle burjuvazinin doğum ve gelişim aşamalarında bürokrasinin bazı örneklerde burjuvaziden farklı bir toplumsal sınıf gibi davrandığı yanılgısı, analizi devlet-toplum dikotomisine dayandıran sivil toplumcu bir yapıya büründürmektedir. Oysa bürokrasinin burjuvazinin egemenliğinin sürmesi için bile belli bir göreli özerkliği koruması işin tanımında bulunmaktadır. Bu tartışmayı daha somut bir zeminine yerleştirerek sürdüreceğim.

3.1. Keyder'in Bürokrasi yaklaşımı ve Boratav'ın eleştirisi

Keyder'e özel bir ara bölüm açmamın nedeni, görüşlerinin(2009) bürokrasi – burjuvazi ilişkisi bakımından temel bir yanılgıyı çok iyi temsil ediyor olmasıdır. Bu nedenle bu kısa bölümde Keyder'in temel yaklaşımını ve Boratav'ın bu yaklaşıma getirdiği eleştirileri(2013) sunmak ilerleyen bölümler için faydalı olacaktır.

İlk söylenmesi gereken Keyder'in Osmanlı'yı feodal olarak görmeyen yaklaşımı olmalı. Mutlakiyetçi yapısı nedeniyle feodal beylerin gelişimi ve ticaret sermayesinin oluşumu gibi kapitalistleşmenin kuluçkalarından yoksun olan Osmanlı'da bürokrasinin bir sınıf karakteri kazandığı iddiası(Keyder, 2009: 15), 1923 kırılması ile birlikte yaşanan sert dönüşümlerin taşıyıcılığının burjuvazi yerine bürokrasiye düştüğü şeklinde değerlendirilmektedir. Burjuvaziden yoksun bri burjuva devrimi olarak 1923, ihtiyaç duyduğu itici iradeyi sergileyecek sınıfsal temelden yoksundur ve bu nedenle bürokrasi Osmanlı'dan kalma bir alışkanlıkla kendini ülkenin kurucusu/kurtarıcısı olarak görmektedir. Bu ise kapitalistleşme sürecinin ihtiyaç duyduğu yerli bir sermaye sınıfının oluşumunu yavaşlatan bürokratik kararlara neden olmakta ve kendini toplumun dışında konumlandıran bir bürokratik “elit” sınıf oluşmaktadır. Keyder bürokrasinin sahip olması gereken meşruiyetin farkında olduğu halde yine de bu kesimin “bal tutan parmağını yalar” misali kendi ekonomik çıkarları gereği bri sınıfsal pozisyon aldığı iddiasındadır(2009: 39).

Buraya kadar aktarılanlar Keyder'in fikirlerinin en kritik boyutlarını içermektedir ve yazıyı uzatmamak adına tüm tezlerin ayrıntılı değerlendirmesine girişilmeyecek. Boratav'ın bu görüşleri eleştirdiği çalışması bürokrasinin konumu ve işlevine dair sağlıklı bir çerçeveyi haizdir.

Osmanlı'nın feodal olmadığına dair görüşü ele alırken literatüre Asya Tipi Üretim Tarzı(ATÜT) olarak geçen mutlakiyetçi yapı analizine değinmekte fayda var. ATÜT olarak adlandırılan üretim tarzının klasik feodalizme uymadığı ortada ancak bu tarzın da “feodalizmin merkeziyetçi türü”(Boratav, 2012b: 32) olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır.

Boratav toplumsal sınıfların konumuna değindikten sonra yaptığı değerlendirme ile bürokrasinini Osmanlı döneminde artığa doğrudan el koymak suretiyle kısmen sınıf karakteri taşıdığını ancak cumhuriyet dönemi ile birlikte bu durumun mevcut olmadığını vurgulamıştır(2013: 185). Bir sınıf olmayan bürokrasi, egemen sınıfın çıkarlarının hizmetindedir ancak bu misyonunu yerine getirebilmesi için öncelikle tek tek burjuvaların ufkunu aşan bir kavrayış ile kapitalistleşmenin önünün açılması gerekmektedir.

Geç kapitalistleşme sürecindeki bir burjuva devrimi, ülke ölçeğinde sermaye birikimini gözeten politikaları hayata geçirmelidir. Bürokrasi, bu politikaların saptanmasının yanı sıra uygulanması için gerekli zorun ve iknanın örgütlenmesi açısından da burjuvazinin gelişimine hizmet etmektedir. Bürokrasinin toplumsal dönüşümlerdeki öncü rolü bir tercih değil zorunluluktur. Kapitalistleşmenin dinamosu olması gereken burjuvazi bu kadar zayıfken bürokrasinin işlevinde “kapitalist yaratma” misyonu belirleyici bir yer tutmaktadır.

Aşağıda inceleyeceğimiz dönemleri tüm ayrıntıları ile ortaya koymaktan ziyade, burjuvazi ile bürokrasi arasındaki ilişkiler bakımından önemli gördüğümüz bir kaç noktanın altını çizmekle yetineceğim. Bu sırada bürokrasinin bazen çıkar ilişkisi içine girip burjuvalaşmasını bazense aldığı kararların burjuvazinin önünü açan yapısını göstereceğim.

3.2. 1923-31 Dönemi

Cumhuriyet'in kuruluşundan 1931'e kadar geçen dönemi İzmir İktisat Kongresi ile başlatmak mümkün. Lozan görüşmeleri ile kendini batı dünyasına kabul ettirmek isteyen genç cumhuriyet kadroları, yaşanan tıkanmayı aşmak için İzmir İktisat Kongresi ile emperyalizme kapitalist yolu seçtiklerini vurgulama ihtiyacı hissetmişlerdir.(Timur, 2008: 74; Boratav, 2006: 42-43)

İzmir İktisat Kongresi'ni izleyen 1923-31 dönemine ekonomik açıdan damga vuran, ekonomiyi canlandırma arzusu olmuştur. Bu dönemim dikkat çeken adımları aşarın kaldırılması, İş Bankası'nın kurulması, Sanayi ve Maadin Bankası ile Şeker Fabrikaları, Teşviki Sanayi Kanunu ve inhisarlar olarak sıralanabilir(Boratav, 2006 ve 2012a).

Sayılan adımların tümü cumhuriyetin yeniden inşası için ihtiyaç duyulan sermaye birikimi ile ilişkilidir. Aşarın kaldırılması ile tarımda kapitalistleşmenin ve sermaye birikiminin hızlandırılması hedeflenirken İş Bankası'nın kurulması ile girişimcilere kredi sağlanması düşünülmüştür. Teşviki Sanayi Kanunu yerli burjuvazi için kolaylıklar anlamına gelirken inhisarlar hem dolaylı vergi aracılığıyla sermayeye kaynak aktarımı için kullanılmış hem de ortaklık üzerinden yerli burjuvazi oluşumuna katkı yapması planlanmıştır.

Burada özellikle İş Bankası'nın bürokrasi - burjuvazi ilişkileri açısından öneminini vurgulanması gerekiyor. 1924 yılında kurulan İş Bankası, 1945'e kadarki dönemde türkiye'de ekonomik hayatın merkezinde bulunuyordu(Öztürk, 2011: 194). İlk yönetim kurulunun tamamı CHP'li vekillerden oluşan İş Bankası, özel sermaye ile devlet arasında aracılık işlevi görmüş ve bu sırada bürokrasi içinden bazı kesimlerin çıkar sağlayarak burjuvalaşmaları süreci ortaya çıkmıştır ve bozulma çift yönlüdür:

“İş Bankası'nın faaliyetleri çerçevesinde belirginleşen bu olgu, sermaye çevreleri-siyaset bütünleşmesine, bir yandan eski Kuvayi Milliyecileri sırtlarında taşıdıkları siyasi nüfuzu kullanarak ticaret hayatının orta yerine sürüklerken; öte yandan da hükümetin iktisat politikası üzerinde aynı unsurların etkili olmalarını sağlayarak yol açıyordu.” (Boratav, 2006: 45)

Bu dönemde kurulan kamu fabrikalarının ortaklık yoluyla millit vekillerini bünyesine katmaları burjuvazi ile bürokrasinin işbirliğinin bör örneğini ortaya koyuyorken devlete ait inhisarlara yerli sermaye çevrelerinin ortak edilmesi de aynı yönde bir sonuca neden oluyordu. Ek olarak Teşviik Sanayi Kanunu, adı üzerinde, ülkenin sınai birikime sahip hale gelmesi için gerekli kolaylıkları sağlamayı hedeflemişti. Ancak rakamlar incelendiğinde, 1923-31 döneminin hissedilir bir sanayileşmeye neden olamadığı görülmektedir(Boratav, 2012a: 52).

3.3. 1932-39 Dönemi

Ele alacağımız ikinci dönem, burjuvazi – bürokrasi ilişkileri bakımından daha tartışmalı bir döneme tekabül etmektedir. Türkiye'de devletçilik dönemi olarak anılan bu yıllardaki iktisat politikaları hem ilk dönemki hamlelerin bir sanayileşmeye neden olmadığının görülmesi hem de 1929 krizi sonrası yaşanan içe kapanmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Bürokrasiye bağımsız bir sınıfsal karakter verilmesine benzer şekilde devletçilik tartışması da sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmadığında bir kez daha burjuvazi ile bürokrasi yapay şekilde karşı karşıya getirilecektir. Boratav başta olmak üzere pek çok iktisatçı, 1932-39 yıllarındaki korumacı-devletçi iktisat döneminin ulusal pazarın gelişimi ve yerli burjuvazi oluşumu için bri enstrüman olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle ben konuya buradan yaklaşmak yerine sermaye birikiminin zayıflığının bürokrasi üzerine ne tür yükler bindirdiğini ele alacağım.

Milli Türk Ticaret Birliği'nin kurucularından Ahmet Hamdi Başar, İzmir İktisat Kongresi'nin örgütleyicilerinin önde gidenlerindendi. Aslen bir liberal olan Başar, 1931 tarihinde en iyi devleti en iyi insanların oluşturacağı en iyi cemiyetin kuracağını, ancak, en iyi cemiyetin oluşması için de en iyi devletin oluşmasının gerektiğini yazıyor(Başar, 1995: 23). İktisadi devletçilik ile idari devletçilik arasında bir ayrım olduğunu vurgulayan Başar, bürokrasinin gücünü sermaye sınıfının güçsüzlüğünün bir türevi olarak değerlendirmektedir:

“Klasik idari devlet, ancak iktisadi sınıfların haricinde “memur sınıfı” teşkil etmiş, ve bir sınıf halinde kuvvetlenmiş olan memleketlerde vazifesini genişletmiştir; iktisadi sınıfların kuvvet ve mukavemeti ne kadar dar ve az ise “idari devlet”in ittisa hududu o kadar geniş ve açık olmuştur.” (Başar, 1995: 24)

Sıkı bir liberal burjuva olan Başar'ın yazdıkları devlet eliyle burjuvazi yaratımı konusundaki sınıf bilincinin bir yansıması olsa gerek. Ülkenin kapitalistleşme yolunda hızlı adımlar atabilmesi için ihtiyaç duyduğu altyapı yatırımlarına soyunan devlet bürokrasinin, nihayetinde burjuvazinin güçlenmesi ile birlikte misyonunun dönüşeceği düşünülmüş olmalıdır.

Yine aynı dönemde planlı ekonomi konusunda atılan adımlar da hızlı altyapı yatırımları hedefine dayanmaktadır. Özellikle enerji ve ulaşım alanlarındaki ihtiyacın karşılanması halinde sermaye birikiminin hızlanacağı düşünülmektedir.

3.4. 1940-46 Dönemi

1932-39 dönemindeki altyapı yatırımları ve planlı sanayileşmenin yaklaşan savaş nedeniyle duraklaması ile başlayan bu kısa dönemin en temel özelliği bir duraklama dönemi olmasıdır. Yatırımların savunmaya kaydırılması nedeniyle yaşanan kesinti sanayileşmeyi durdurmuş ve ülke bir geçici özel dönemden geçmiştir.

Bu süre zarfında ise yalnız Milli Korunma Kanunu ile tarımdan kaynak aktarımı yaşanmamış, 1942-44 yıllarına yayılan Varlık Vergisi ve 1944-1946 yıllarına yayılan Toprak Mahsulleri Vergisi ile de sermaye bileşimine müdahale edilmek istenmiştir. Özellikle Varlık Vergisi'nin yasada belirtilmediği halde gayri müslim azınlığa uygulanmış olması, sermayenin el değiştirmesi sonucunu doğurmuştur. Bu sayede zenginleşen Anadolu eşrafı “hacıağa” olarak anılan yerli burjuvazinin gelişiminde kritik öneme sahiptir(Boratav, 2012a: 88).

4. Sonuç

Sonuç bölümünde öncelikle Türkiye ekonomisine damga vuran bazı büyük sermaye gruplarının gelişimde devletin ve bürokrasinin payına dair Özgür Öztürk'ün değerli çalışmasından1 yola çıkarak kimi notlar düşeceğim.

Yukarıda İş Bankası'nın Türkiye ekonomisindeki özel rolünden söz etmiştim. Kurulduktan sadece üç sene sonra Ziraat Bankası'ndan fazla mevduat toplamayı başaran İş Bankası, sağladığı büyük kredilerle sermaye birikiminin kritik halkası konumundaydı(Öztürk, 2011:193). Ortaklık yapısı yerel eşraf ile milletvekillerinin ittifakına dayanan İş Bnkası'nın bu gücü, onunla temas halindeki bürokrasinin de bu ilişki ağına çekilerek İş Bankası'nın çıkarlarına hizmet etmelerini sağlıyordu. Bankanın kime, nasıl ve ne kadar kredi sağlayacağı sorularının yanıtı burjuvazi ile bürokrasi arasındaki giderek griftleşen ilişkide saklıydı. Bunun yanı sıra, 1930'lu yıllardaki devletçi politikalara sigortacılık ve madenciliğin dahil edilmeyişi İş Bankası'na büyük olanaklar sunulması anlamına gelmişti(Kocabaşoğlu vd., aktaran Öztürk 2011:196). Benzer şekilde, ilk sanayi planında cam tekelinin İş Bankası'na bırakılması da büyük bir rant getirdi. 1934 yılında tamamı ithal edilen yurt içi cam tüketiminin %61'i, 1936'a yani Paşabahçe Cam Sanayii'nin kuruluşundan bir yıl sonra bu fabrika tarafından karşılanıyordu(Koçak, aktaran Öztürk 2011:196). İş Bankası'nın İtibar-ı Milli Bankası'nı yutması finansal olduğu kadar siyasi bir hamleydi. “İttihatçıların İş Bankası” olarak anılan İtibar-ı Milli Bankası'nın ele geçirilmesi ile İttihatçı geçmişle hesaplaşılırken, bu bankanın sahip olduğu ayrıcalıklardan da kurtulunmuş olunuyordu(Kocabaşoğlu vd., aktaran Öztürk 2011:194).

Öztürk'ün incelediği büyük sermaye gruplarının çoğunun sanayi alanındaki yatırımları 1940 sonrası oluşmaya başladığından çalışmanın sınırlarının dışına taşıyor. Ancak bu sermaye grupları için de iki not düşmekte fayda var: birincisi, Koç grubu başta olmak üzere bu grupların ilk birikimleri ticaret sermayesi üzerinden olmuştur ve bunda savaş dönemlerinin sağladığı fahiş fiyat olanakları büyük pay sahibidir. İkinci olarak, ele aldığımız dönemde neredeyse her türlü ekonomik faaliyetin merkezinde olan İş Bankası sayesinde bu sermaye grupları da bürokrasi – burjuvazi ilişkilerinin içine çekilmektedirler.

Sonuç olarak, Türkiye kapitalizminin kuruluş döneminde sermaye birikiminde yaşanan sıkıntıların bir sonucu olarak öne çıkan bürokrasi, bağımsız bir sınıf karakteri taşımamaktadır. Bürokrasinin rolünün artmasının nedeni öncelikle burjuvazinin zayıflığıdır. Buna ek olarak, bürokrasiyi oluşturan bazı kesimlerin sermaye grupları ile kurdukları ilişkiler sayesinde burjuvalaşmakta oldukları da bir başka veridir. Sınıflı toplumların iç örgütlenmesinde özel bir misyona sahip olan devlet de bir sınıf karakterine sahiptir ve bürokrasinin “göreli özerk” konumu bunu değiştirmemektedir. Aksine, bu göreli özerklik sayesinde, bürokrasi hem kendi işlevini anlamlandırabilmekte hem de bir toplumsal meşruiyet geliştirebilmektedir.




Kaynakça
Başar, A. H. (1995). iktisadi Devletçilik ve Mevzuları. N. Coşar (Ed.), Türkiye'de Devletçilik içinde (ss. 23-40). İstanbul: Bağlam.
Boratav, K. (2006). Türkiye'de Devletçilik. Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012a). Türkiye iktisat tarihi, 1908-2009. Ankara: İmge.
Boratav, K. (2012b). Toplumsal Sınıflar. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 29-40). İstanbul: Yordam Kitap.
Boratav, K. (2013). Emperyalizm, sosyalizm ve Türkiye. İstanbul: Yordam Kitap.
Eroğul, C. (2012). Siyaset. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 17-28). İstanbul: Yordam Kitap.
Keyder, Ç. (2009). Türkiye'de devlet ve sınıflar. İstanbul: İletişim.
Marx, K. ve Engels, F. (2007). Komünist Parti Manifestosu. (E. Özalp, Çev.) İstanbul: Yazılama.
Marx, K. ve Engels, F. (2010). Alman İdeolojisi. (S. Belli, Çev.) Ankara: Sol
Öztürk, Ö. (2011). Türkiye'de büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi. İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).
Timur, T. (2008). Türk devrimi ve sonrası. Ankara: İmge.
Yalman, G. (2012). Devlet. G. Atılgan ve E. A. Aytekin (Ed.), Siyaset Bilimi – Kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler içinde (ss. 69-85). İstanbul: Yordam Kitap.


1Öztürk, Ö. (2011). Türkiye'de büyük sermaye grupları: finans kapitalin oluşumu ve gelişimi. İstanbul: Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV).

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Sayfanız ve yazılarınız kişisel fantezilerden ve bireysel kariyerizmden ibaret. Muhtemelen bir örgüt bağınız var ama hatırlatmakta fayda gördüm: Örgütlü mücadele şart. (Tanıdık bir dost tavsiyesi)

Ayhan Keser dedi ki...

Yorumunuzu yeni gördüm. Yalnız buradaki yazıların iki tanesi ödev olarak yazıldı, geri kalanlar ise bir örgütün yayınlarında yayımlandı zaten. Tanıdık olduğunuza göre bunu da biliyorsunuzdur. O halde...