26 Ocak 2010 Salı

“Yavuz Rektör” Öğrenci Velisini Ararmış! - Ayhan Keser

“Yavuz Rektör” Öğrenci Velisini Ararmış! - Ayhan Keser
24.01.2010 - 07:25

KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Gaziantep Üniversitesi’nde tuhaf gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Bu yazıda size bunları aktarmaya çalışacağım. Yaz aylarından başlayalım…

Öğrenciler başka pek çok üniversitede olduğu gibi, harç zamlarını protesto için bir kampanya düzenleyip bir protesto eylemi düzenlediler. “Öğrencilere kredi veririz” diyen YÖK Başkanı’nın rektörü Yavuz Coşkun bu eylemlere soruşturma tehdidi ile yanıt verdi.

Derken Gaziantep Üniversitesi’ne açılış töreni için gelen Mehmet Şimşek’i karşılamak isteyen solcu öğrencilere sivil polislerin gözetimi altında sağcılar tarafından bir saldırı düzenlendi. Bu olayı protesto edip arkadaşlarına sahip çıkan yüz kadar öğrencinin karşısına dikilmek de “yavuz” rektöre düştü. Saldırıya uğrayan öğrenciler kendilerine neden soruşturma açıldığını sormak için görüşmeye gittiklerinde “hepinizin fotoğrafını çektik, herkese soruşturma açacağım” yanıtı aldılar. Bunun üzerine daha önce burada yapılan bir haberde de belirtildiği gibi Ergenekon savcılarına özenen “Yavuz Rektör”, üç ayrı dalga halinde toplam 22 öğrenciye soruşturma açtı.

Buraya kadar yazılanların benzerleri başka üniversitelerde de yaşandığından size sıradanmış gibi gelebilir. Karar vermek için acele etmeyin…

15 Aralık 2009 tarihinde bir felaket yaşandı: Gaziantep Üniversitesi ABD Köşesi açıldı! Açılışı protesto eden öğrencilerden bazıları sivil polisler tarafından yere yatırılmak isendi ancak arkadaşları buna izin vermedi.

İşte ne olduysa asıl bundan sonra oldu.

“Yavuz Rektör” bu sefer öğrencileri ailelerine şikayet etmeye karar verdi ve TKP’li öğrencilerden bazılarının evine mektup yolladı. Aynen aktarıyorum:

Sayın:....

Üniversitemizde huzur ve güven içerisinde eğitim faaliyetlerini sürdürülerek, öğrencilerimizin çağdaş bilim ve eğitimlerini tamamlanması için Rektörlüğümüzce Üniversite, aile öğrenci ve sosyal çevremizle işbirliği yapılması amaçlanmıştır,

Rektörlüğümüzce amaçlanan huzur ve güvenli eğitimin sürekli kılınması için hoşgörü ve anlayışla yaklaşımımıza rağmen Üniversitemiz ......... kampus alanı içerisinde yasadışı bildiri dağıtma, yürüyüş, toplantı gibi eylemlere katıldığı tespit edilmiştir.

Adı geçen öğrencinin olumsuz sonuçlarla karşılaşmaması bakımından Üniversitemizce gereken tedbirler alınmış ise de bu konuda ailenizin de çocuğunuzla yasadışı eylemlere katılmaması bakımından görüşmesinin yararlı olacağı düşünülmektedir.

Rektörlüğümüz ile işbirliği içerisinde huzurlu ve güvenli eğitime yapacağınız katkılardan dolayı şimdiden teşekkür eder, saygılar sunarım.

Prof. Dr. M. Yavuz Coşkun

Yavuz Coşkun mektupta ailelerden çocuklarının yasa dışı eylemlere katılmasını engellemek için yardım istemiş. İyi de bir üniversite içerisinde ABD Köşesi açılmasını istememenin nesi yasa dışı?

Rektör Coşkun bu sorulara yanıt vermek yerine olayı eleştiren gazete haberlerine yanıt vermeyi tercih ederek “Yavuz Rektör” unvanına hak kazanıyor.

Konu önce soL Haber Portalı’nda işlendi. Ardından hem bazı yerel internet sitelerine düştü hem de Radikal Gazetesi konu ile ilgili bir haber yaptı. Radikal muhabiri Umay Aktaş’ın iki TKP’li öğrenci ile yaptığı görüşmenin ardından hazırladığı “Oğlunuz ülkeyi bölüyor, imza: bir rektör” başlıklı habere hemen itiraz etti rektör: “ben bu ifadeyi kullanmadım!”

Evet, itiraz sadece başlığa taşınan bölücülük iddiasına yapıldı. Oysa asıl tuhaf olan “imza: bir rektör” kısmı değil mi? Gerici basın bu mektup olayını örnek göstermeye kalktı. Oysa kimse bu cüretin kaynağını sorgulamıyor…

Nasıl olur da bir üniversite rektörü ilkokul müdürü gibi öğrenci velisine mektup yollayıp yetişkin bir insanı ailesine şikayet edebilir?

Anlaşılan AKP rektörü olmak böyle bir şey. İktidara geldiği ilk günden beri toplumsal hayatı ve kurumları ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştüren AKP, üniversiteleri de es geçmemişti.

Şimdi ise bilimi ve aydınlığı üniversiteden tümüyle kovmak için hamle yapıyorlar. Bunun için öğrencileri de sindirmek gerektiğinin farkında olarak, öğrencilere saldırıyorlar. Bir yandan “özgürlük sevdalısı-darbe düşmanını” oynarken diğer taraftan ilerici düşünceye darbe vuruyorlar. Üniversitelerde son aylarda yaşananların başka bir açıklaması olabilir mi?

Ama “Yavuz Rektör” başka bir açıklama girişimde bulunuyor. Basına yansıyan açıklama şöyle: "Biz gençlerimizin güvenliğini sağlama bağlamında, itfaiye aracı ile soğuk basınçlı sular sıkmadan, copla onlara şiddet uygulamadan, gençleri hemen jandarma, polis ve diğer güvenlik güçleri ile karşı karşıya getirmeden, proaktif davranıp bizzat Rektörün de içinde olduğu diyalog ve iletişim anlayışıyla, yönetim, aile, öğrenci ve sosyal çevremizle işbirliği halinde, gençlerimizin suça itilmelerini samimi bir şekilde önlemeye çalışıyoruz. Asosyal, apolitik, düşünmeyen değil, düşünen, yaratıcı, dinamik, sorgulayan, bilimsel, estetik ve sanat duyarlılığı olan öğrencilerle dolu özgür ve güvenli bir üniversite istiyoruz."

Bu ne saçmalık böyle!

Öğrenciler apolitik olmasın diye mi ABD karşıtı ve siyasetle ilgilenen öğrencilere önce soruşturma açıp sonra ailelerine mektup yollayıp saldırıyorsunuz? “Yavuz Rektör” okuduğunu anlama kabiliyetini bütünüyle yitirmeden, ilk mektubun açıklamasını bu şekilde yapabilir mi? Bize mantık dersi okutmadılar, peki koskoca rektörün düz mantıktan da mı haberi yok?

Bu akıl yoksunu uygulamalara yerel basından da tepki geldi tabi. Önce Hakimiyet Gazetesi Haber Müdürü sevgili Murat Güreş konuya değinen kısa ve iğneleyici bir yazı yazdı. Ardından Telgraf Gazetesi yazarı Hüseyin Toprak “Allah öğrenci ailelerinin akıllarına mukayyet olsun, onlara sabır ve metanet, üniversite yöneticilerine de iz’an ve idrak nasip eylesin” yazdı köşesinden. Ne oldu dersiniz? Hemen Hüseyin Toprak’a da bir mektup!

Gelelim başlığa taşıdığım konuya. “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” atasözünü bilmeyen yoktur. Yavuz Coşkun’un son numarası aklıma bu atasözünü getirdi birden. Bu son numara Radikal’deki haberde de adı geçen TKP’li Ahmet Nalbantoğlu’nun babasının numarasıyla ilgili. “Yavuz Rektör” öğrencisinin babasını cepten arayıp “oğlunuza sahip çıkın, polis her gün gelip onu soruyor, götürmek istiyorlar ben vermiyorum ama yazık olacak bu çocuğa, bakın son sınıfa da geçmiş…” demiş.

Bu kadarına densizlik denir, görevinin ne olduğunu unutmak denir, akıl yoksunluğu denir. Bu işi takip etmek gerekiyor. Bu rektöre haddini bildirmek ve gerçekten ailenin çocuğuna sahip çıkması gerekiyor.

keser.ayhan@gmail.com

10 Ocak 2010 Pazar

Tekel Fabrikası Müze Olursa - Ayhan Keser

10.01.2010 - 07:30


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Günlerdir süren eylemler ile ülke gündemine yerleşen Tekel işçileri direnişlerini sürdürüyorlar. İşçilere destek eylemleri de tüm yurda yayılıyor. Ancak Gaziantep'ten işçilere verilen destekte buruk bir yan bulunuyor.
Biz de Samsun, Diyarbakır ya da İzmir halkı gibi Tekel işçimizle kol kola olmayı, fabrikaların önünde direnmeyi çok isterdik ancak bu mümkün değil. Gaziantep Tekel fabrikası yıllar önce yıkıldı. Şimdi elimizden geldiğince sesimizi onlara, onların sesini Gaziantep halkına duyurmaya çalışıyoruz. Başbakan Erdoğan işçileri domuzlukla suçluyor ya, Gaziantep'teki Tekel fabrikasını yıkanlara ne diyeceğiz onu da söylesin bir zahmet!

Belediye başkanlarının en büyük merakı şehirlerini “marka” haline getirmek olsa gerek. Gaziantep Büyükşehir Belediye'si de “marka şehir Gaziantep” projesi ile öncülüğü kimseye bırakmamıştı bir kaç yıl önce.

Projenin ilk aşamalarında Gaziantep'in önemli bir sanayi kenti olduğu vurgulansa da asıl hedef kenti bir turizm ve ticaret merkezi haline getirmekti. Bu yöndeki çalışmaların elbette kentin dokusuna müdahaleyi de beraberinde getirmesi gerekiyordu.

Bu kapsamda atılan adımları ve Büyükşehir Belediye Başkanı AKP'li Asım Güzelbey'in açıklamalarını yazmaya yerimiz yetmez. Ancak amaca ulaşıldığını söyleyebiliriz. Hala bir kaç bin fabrika bulunsa da, “Gaziantep'i nasıl bilirsiniz?” sorusuna artık “önemli bir turizm ve ticaret merkezi olan Gaziantep” tanımıyla başlayacaktır pek çok insan.

Peki bu tanımın hiç faturası olmayacak mı? Söylenirken güzel gelen bu cümle bize hiç mi zarar vermiyor?

Burada Gaziantep Tekel fabrikasının yıkılmasını konuşmak zorundayız işte. Bu yıkım sadece 600 tekel işçisine zarar vermedi. Sigara fiyatları ve tütün üreticisinin hali düşünüldüğünde bütün ülkeyi etkileyen Tekel fabrikalarının satışında bir adım önde olan Gaziantep'te, yıkılan fabrikanın yerine Zeugma Mozaik Müzesi ve Kongre Merkezi inşaatı yapıldı.

Elbette müzeler insanlık tarihinde önemli bir yer tutarlar. Toplumların gelişiminin kırılma anlarının sergilendiği müzelerin gelişkinliği kültürel mirasımızın boyutunu da ifade eder ve bu açıdan zeugma mozaikleri de büyük bir ilgiyi hak ediyorlar. Ancak bunun için kent sanayisini bitirmek mi gerekiyordu? Üstelik bu zihniyetin 2004 yılındaki NATO toplantısında gelen katiller görsün diye zeugma mozaiklerini kargo ile İstanbul'a taşımayı denediklerini de unutmadık henüz.

Üst paragrafta “kent sanayisini bitirmek” yazdım çünkü Tekel fabrikasının yıkılması ile açılan perde kolay kapanacağa benzemiyor. Güzelbey ve Mehmet Şimşek “turizm ve ticaret merkezi Gaziantep” ifadesini çok sevdiler. Bu doğrultuda izledikleri yolu “Gaziantep sanayisini bitirme planı” olarak adlandırmak fazla yadırganmayacaktır sanırım.

Bu planın bir parçası kültür turizmine açılacak yeni alanlar yaratılmasıydı. Örneğin Zeugma Müzesi için geniş bir yer lazım. “Nereden bulsak acaba?” dediler. İlk önce Gaziantep Fuar Alanı geldi akıllarına, “oraya yapacağız” dediler. Ancak kısa süre içerisinde kentin göbeğindeki bu geniş alanı müze ile “heder etmenin” yanlış olacağını anlayıp iki tane kocaman otel yapılması için satışa çıkardılar. Hem gelen turistleri de burada ağırlarız dediler sanki otelleri kendileri işleteceklermiş gibi.

Sonra akla Tekel fabrikası geldi, yıktılar ve arsasını temel için kazmaya başladılar. Başbakan halkın malını Tekel işçisine yedirmiyor ya, bunlar da inşaat işçilerine yedirmediler. Maaşlarını alamayan işçiler eylem yaparak haklarını talep ettiler. Tekel fabrikasının yerine müze yapan zihniyet aslında mesaj vermişti herkese; bundan sonra böyle...

Aynı zihniyet hala işbaşında ve turizm “hizmet”leri sürüyor. Büyükşehir Belediye'si Genel Sekreter Yardımcısı'nın söylediğine göre 50 Antep Evi restore edilerek restoran, kafe ya da butik otel haline getirilmiş. Bu projenin kaynağı da AB'den geliyormuş. Gelen kaynak nereye akıyor dersiniz?

Benzer bir proje ile restore edilen Dayı Ahmet Ağa Konağı ise Şehitkamil Belediye Meclisi'nin AKP'li üyeleri Rüstem Küçük ve Mehmet Çelik tarafından işletilecek artık. İhalenin onlarda kalacağının herkes tarafından bilindiği iddia ediliyor.

Milletin malını yedirmeyen Başbakan'a duyurulur...

keser.ayhan@gmail.com

4 Ocak 2010 Pazartesi

Belediyecilikte İsveç Tarzı mı? - Ayhan Keser

08.11.2009 - 07:30


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Türkiye'de belediyecilikle siyaseti birbirinden fazlasıyla ayrı düşünen yaklaşım biliniyor. Gaziantep'in AKP'li belediye başkanları da siyasetçi değil belediyeci olacağız diyerek bu farkı vurgulamış oluyorlar kendilerince. AKP'li belediyelerin rant paylaşımı bakımından merkezi idareyi tamamladıkları düşünüldüğünde arada pek bir fark bulunmadığı kolayca anlaşılıyor. Piyasacı, gerici ve açıkça halk düşmanı uygulamalarıyla bu belediyelerin AKP iktidarından farklı bir tarzı temsil ettiği söylenebilir mi?

Aksi yönde pek çok örnek hatırlanabilir. Yine de yerel yönetimlere sağlanması planlanan hareket alanı ile birlikte belediyelerin sermaye ile uluslararası entegrasyonu önemli bir çalışma alanı olarak görülmeli.

Gaziantep'te geçtiğimiz günlerde bu kapsamda bir toplantı yapıldı. Adı da epey uzun olunca ne çıkacak acaba diye merak ediyor insan: İsveç Tarzı Sürdürülebilir Kalkınma – Türk Belediyeleri Bundan Nasıl Faydalanabilir? "Gaziantep'in çevre sorunları ve çözüm önerileri."

Katılımcı listesi de hayli kabarık: Gaziantep belediye başkanları, vali vardımcısı, valiliğe bağlı birimlerin amirleri, İsveç İstanbul Başkonsolosu ve daha pek çok Türk ve İsveçli yetkili. Konuşulanlar arasında dişe dokunur bir şey bulmak ise hayli zor...

Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey'in de dahil olduğu bir sürü kuru gürültüden sonra meramını açıkça anlatan tek konuşmayı yapan İsveç İstanbul Başkonsolosu Torkel Stiernlöf "Sanayileşmiş ülkeler, teknoloji transfer ederek, başka destekler sağlayarak gelişmekte olan ülkelere elbette yardım etmeliler. Türkiye 2004'ten itibaren BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne taraf oluşmuştur ve çevreyle ilgili konulara gün be gün daha fazla ilgi gösteriyor. AB üyesi ülkeler ve Türkiye gibi aday ülkeler, ön saflarda yer almakla yükümlüler. Açık toplumlar yeni potansiyelleri ve ileri teknolojiyi keşfetme konusunda en iyi pozisyona sahipler. Yerel ve merkezi otoritelerin aktif ve pratik politikasının desteğine ihtiyacımız var.” dedi.

İsveç tarzının farkı bu olsa gerek; langır lungur yapılan bazı işleri sistematize edip “sürdürülebilir” haline getirmek.

Peki Başkonsolos ne demiş oldu ve bunun Gaziantep'e biraz olsun katkısı olabilir mi?

Sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelere teknoloji transfer ederse bu mutlaka eskimiş teknolojidir. Kendileri kar oranı yüksek teknolojik yatırımlara yönelirken bizim gibi ülkelere düşük teknolojili ve emek yoğun alanlara yönelmek kalır. Bu sırada da hem çevre hem de insan sağlığı açısından zararlı olan sonuçlarla yüzleşmek yine bize düşer.

Bu nedenle işin ironik yanı Gaziantep'te düzenlenen toplantının alt başlığının “Gaziantep'in çevre sorunları ve çözüm önerileri” olmasıdır. Bir yandan çevreye zarar verecek bir strateji ile hareket ederken diğer yandan yaşanacak çevre sorunlarını perdelemek için “bakın çevre sorunlarınızı gidermek için bizim dediğimizi yapın” diyecekler...

Peki Asım Güzelbey bunu bilmiyor mu? Elbette işin nereye varacağının farkındadır. Hatta bu durum karşısında ellerini bile ovuşturuyordur. Çünkü aslında Güzelbey'in sanyayi ve teknolojiyle pek bir ilgisi bulunmuyor.

Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 2004 seçimlerinden beri var gücü ile Gaziantep'in dönüşümü (siz yıkımı anlayın) için çalışıyor. Artık sanayisi ile ünlü Gaziantep'i unutun, turizm cenneti oluyoruz... Sanayi havzası yavaş yavaş kururken bölgenin kongre merkezi olmayı hedefleyen Güzelbey'in projesi ile birlikte zaten yüzde otuzlara yaklaşan gerçek işsizlik Gaziantep için daha da artacak.

Bu projenin “sürdürülebilir” olması için İsveç desteğini de yanına alan Güzelbey hızını alamayınca işi Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman ve Mardin'den oluşan bir turizm havzasına evriltmeye çalışıyor. Halkı işsizliğe mahkum edecek bu projenin başarısı için “halkı da işin içine katmak lazım” demiş Güzelbey.

Burası iyi en azından. Halk işin içine girdiğinde ne Güzelbey kalır ortada ne de İsveç tarzı...

keser.ayhan@gmail.com

“AB'ye Girmeyelim de Suriye Gibi mi Olalım?” - Ayhan Keser

25.10.2009 - 07:45


Türkiye ile Suriye arasındaki işbirliğinin kimi bakanlıkların ortak çalışmasını da kapsadığını duyduğumda, aklıma başlıktaki soru gelmişti. Ne çok duyardık bu ve benzer AB'ye üyelik gerekçelerini...

Bu itirazın bir başka versiyonunu ilerleyen günlerde Suriyeli yetkililerden duyarsam hiç şaşırmam: “Türkiye ile yakınlaşmayalım da Lübnan gibi mi olalım?”

Hayat ironilerle dolu...

Türkiye Suriye yakınlaşmasındaki bir başka ironi ile devam edelim. Anadolu Kartalı tatbikatının süresiz ertelenmesine gerekçe olarak “halkın hassasiyetleri”nin dışında bir başka şeyi de ekledi AKP: “dönemsel diplomatik sürecin bir gereği olarak”...

Dönem Suriye ile yakınlaşma dönemi. Suriye'ye sarılmak için İsrail'i biraz hırpalamak lazım. Bu yapılıyor. İsrail bu sarılmanın boğazlamak anlamına geleceğinin farkında. Zaten aynı sürecin bir parçası olan sınırdaki mayınlı arazinin temizlenerek tarıma açılması ihalesinin en büyük adayı kim? Yine İsrail...

“Bir ironi de bizden mi?” diye sormuştu Kemal Okuyan geçen hafta soL Dergisi'ndeki köşesinde. Yanıtını da genel anlamda vermişti. Ben de burada özellikle Suriye konusu ve Gaziantep'e biçilen misyon üzerinde durmak istiyorum.

Suriye ile Türkiye arasında vizesiz geçişi mümkün kılan anlaşmaya ilişkin tavrımızın kaynağında neler bulunuyor?

Sosyalistlerin iki komşu halkın yakınlaşmasına itiraz etmeyecekleri açık olsa gerek. Öyleyse konuya buradan yaklaşabiliriz: bu süreç Türkiye ve Suriye halklarının yakınlaşması olarak algılanabilir mi?

Öncelikle iki halkın o kadar da uzak olmadığını hatırlatarak başlamak gerekiyor. İki halk arasındaki yakınlık, geçmişte iki ülke arasında yaşanan gerginliklere rağmen uzun yıllar sürdü. Karşılıklı kız alıp verildi; pek çok Kilis türküsünde sevdiği kız Suriye'ye gelin giden gençlerin yakarışları anlatılır. Her yıl bayramlaşma gerekçesiyle açılan sınırlardan sadece Kilis'e on bin civarında Suriyeli “akraba” gelir ki bu da nüfusu yetmiş bin olan bir il için çok büyük bir oranı ifade eder.

Ayrıca, “en uzun kara sınırımız” bulunan Suriye ile ilişkilerimizin geliştiği iddia edilen bu günlerde, iki ülkenin karşılıklı olarak odaklandığı yer sadece Gaziantep-Kilis-Halep ve Lazkiye. En uzun sınırın kalan kısmı neden bu “yakınlaşma”ya dahil olamıyor? Kalan yerlerde yaşayanlar da komşu halklar olarak yakınlaşmayı hak etmiyor mu? Bu sorunun yanıtını biraz erteleyelim.

Bu iki örnek atılan adımların iki halkın yakınlaşmasıyla ilgili olmadığını gösteriyor.

Peki yaşananlar nereden kaynaklanıyor? Nedir, Erdoğan ve Davutoğlu'nu sevgi kelebeği yapan?

Uzun süredir ABD emperyalizminin Ortadoğu'yu yeniden yapılandırmak için Obama ile birlikte güçlü bir hamle yaptığını yazıyoruz. Bu hamlenin hedefi bölgedeki istenmeyen sonuçların dönüştürülmesi ya da ortadan kaldırılmaları.

Yirminci yüzyılın bölgedeki istenmeyen sonuçlarından bir tanesi, işgal ile sömürgeleştirilmesi düşünülen Anadolu'da kurulan Türkiye Cumhuriyeti. Bu, dönüştürülecek ya da ortadan kaldırılacak.

AKP ile ABD arasındaki vizyon ortaklığını sağlayan Yeni Osmanlı adımının anlamı, bölgenin dönüştürülmesinin bir aracı olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin de dönüştürülmesi oldu. Bunun mevcut cumhuriyeti ortadan kaldırmak anlamına geleceği unutulmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları savaşla belirlendi. Dünyada pek çok uluslaşma sürecinde savaşları izleyen ulus devlet inşaları önemli bir yer tuttu. Ancak burada bir fark var. Türkiye ile Suriye arasındaki sınırı belirleyen savaşta iki halk birbiri ile savaşmadı. Osmanlı toprakları paylaşılırken Anadolu'da başlayan direniş, Ekim Devrimi'nin desteğinin de önemli bir yer tuttuğu pek çok değişkenin yardımıyla başarıya uğraştı ve Suriye sınırımız böyle çizildi.

Bu sınırlar Suriye halkına karşı değil, emperyalist işgalcilere karşı oluşmuştur. Şimdi sınırların açılmasını isteyen yine emperyalizm. Yalnız işin tuhaf bir yanı var. Emperyalizm, bu kez bizim taraftan Suriye'ye sızmak niyetindedir. Dolayısıyla, Türkiye-Suriye devletleri arasındaki yakınlaşmanın sonuçları Suriye halkının aleyhine olacaktır. Dahası, ilerleyen yıllarda Suriye halkı başına gelenlerin sorumluları arasında Türkiye'yi de görecektir. Bu süreç, günümüzün bir başka istenmeyen çocuğu olan Suriye'yi de dönüştürmeyi hedeflemektedir. Yani orayı da buraya benzeteceğiz. Kendimiz için istemediğimizi başkası için neden isteyelim ki?

Türkiye'ye dair kaygılarımızın altında ise daha kapsamlı bir neden bulunuyor. Yaşanan çok kapsamlı bir proje. Suriye ile vizesiz geçiş, Ermenistan ile protokol, Kürt açılımı, Trakya'nın AB haritasına alınması...

Yunanistan konusu NATO aracılığıyla daha önce halledilmişti. İran bahsini ise şimdilik açamıyorlar. Peki ne oldu da yıllardır komşu ülkelerini düşman olarak gören Türkiye birden herkesle can ciğer kuzu sarması oldu? Anlaşılan, burası da eskisi gibi kalmayacak artık...

Beş yüz yılı aşan tarihi ile İran sınırını saymazsak, ülkemizin bütün sınırları tartışılmaya başlanmıştır. Bu, cumhuriyet ile birlikte içe kapandığı söylenen ülkemizin dönüştürülmesinin unsurlarından bir tanesidir. Ülkemizi yönetenler, emperyalizmin taşeronluğunu kapmanın karşılığı olarak İran hariç tüm sınırlarımızı masaya yatırmaktadırlar. Bu oyunun kuralının “kasa her zaman kazanır” olduğu düşünüldüğünde emperyalizmin bu sınırları istediği gibi esneteceği anlaşılmaktadır.

“Yurtta sulh, cihanda sulh” yerine “güçlü ordu, güçlü Türkiye” geçmiştir. Ordusu NATO'ya bağımlı olan Türkiye de ABD'ye bağımlı kalmaya devam edecektir.

Gelelim işin Gaziantep-Halep yanına...

Suriye ile Türkiye arasındaki görüşmelerde merkez olarak Halep ve Gaziantep seçildi. Sınırın geri kalanına bir şey yok. Çünkü sınırın geri kalanında sağlanacak yakınlaşmada Kürtler merkezi bir yere oturmak durumunda. Suriye Kürtleri içerisinde ABD yanlısı bir kanat güçlenmedikçe ve Türkiye'deki açılım somut adımlarla ilerlemedikçe bu bölgeye ağırlık verilmesi için erken olacaktır.

Ancak Gaziantep'e verilen ağırlığın nedeni sadece kalan bölgelerdeki Kürt yoğunluğu değil. Uluslararası Irak Fuarı'nın Gaziantep'te düzenlenmesi ile başlayan süreç devam ediyor. Fuar geçen yıl sonlandırılırken yeni hedefin bölgesel bir fuar olduğu ifade edilmişti.

Ülkemizin sanayisizleştirilmesinden payına düşeni almakta olan Gaziantep, önemli bir sanayi merkezi olmaktan çıkarılıyor. Artık turizm ve ticaret çok daha önemli. Öyle ki, Gaziantep'i ziyaret eden Lazkiye Valisi'nin bu adımı ikili ilişkiler değil turizm etkinliği sayılabiliyor. Büyük otel inşaatları sürüyor...

Gaziantep'e biçtikleri misyonda bölge ticaretinde önemli bir üs olmak bulunuyor. Kirli hesapların döndüğü bir merkez...

Birileri bunun için sevinebilir. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey hazırlıklarını sürdürdüklerini ifade ediyor. Sanayi ve ticaret odası yetkilileri de aynı telden çalıyorlar.

Kentte artan işsizlik hesaba katıldığında “bir kültür, turizm ve ticaret merkezi olarak Gaziantep” cümlesi kulağa hoş gelebilir. Ancak maalesef yaşanacakların üretimle bir ilgisi bulunmuyor. Bu yazıyı yazmadan önce Gaziantep Hakimiyet gazetesinde okuduğum birkaç haber gidişatı anlatmakta çok açıklayıcı olacaktır.

“Bahçeşehir Koleji'nde Classmate devri.” Bahçeşehir Gaziantep Koleji birinci sınıf öğrencilerine Classmate adı verilen mobil okul bilgisayarları verildi.

“Edison bu mahalleye uğramamış.” Gaziantep'te elektrik sorunu üç yıldır çözülemeyen Beykent mahallesinde çocuklar mum ışığında ders çalışıyorlar.

Daha fazla haber okumak/yazmak maalesef mümkün. Bir yanda birinci sınıftayken bilgisayarla tanışanlar, diğer yanda üç yıldır mum ışığında ders çalışanlar. “Bu ne yaman çelişki” diye sormayın hiç. Çünkü...

“Ekonomi merkezi oluyoruz.” İngiltere Büyükelçiliği Ticaret ve Yatırım Bölümü yetkilileri ve Türk-İngiliz ortaklı firma temsilcilerinin katılımları ile Büyükşehir Belediyesi meclis salonunda toplantı yapıldı.

keser.ayhan@gmail.com

İhanet treni kalkıyor, aman sen de bin! - Ayhan Keser

04.10.2009 - 11:40


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Sermaye sınıfının Türkiye Cumhuriyeti'ne ihaneti sürüyor. İhanetin her zaman pis bir sırıtışla kendini açığa çıkaracağını düşünenler olabilir. Günümüzde yaşanan ihanet ise iyilik perdesine sığınmayı ihmal etmiyor.

Demagoji ve manipülasyonun yoğun olarak kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. İhanetlerini saklamaya çalışıyorlar!

Peki bu mümkün mü?

***

“Türkiye Partisi kurulurken, ilk ışığı aldığımız kentlerden bir tanesi Gaziantep idi. Bundan sonra da Gaziantep’in partimize sahip çıkacağına inanıyoruz. Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Bölgemiz yeniden yapılanıyor. İktidar ise bu gündemde yerini alamıyor, pasif kalıyor. Türkiye’nin bir an önce bu durumdan kurtulması lazım. Bunu biz gerçekleştireceğiz. Bu kararlılığımız ve kadrolarımız var.”

Bu sözler AKP'ye alternatif olduğunu iddia eden bir partinin genel başkanına ait. Abdüllatif Şener, göbeğini kestiği eski partisini Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılmasında pasif kalmakla suçluyor.

Gaziantep'i göz bebeği gibi sevdiğini söyleyen Şener, hükümete komşu halkarın gözünün oyulmasında daha hızlı davranmadığı için eleştiride bulunuyor. Bu ne yüzsüzlük!

Bunun Gaziantep halkına hiç mi zararı olmayacak peki? Daha önce de yazdım, AKP'nin Yeni Osmanlı seferlerinde Gaziantep'e düşen şey önemli bir üretim havzası olmaktan çıkıp turizm ve ticaret üssü haline gelmesidir. Bunun anlamı üretimi dışlayan, kirli ilişki ağları ile örülmüş ve bitmekte olan bir kenttir.

Abdüllatif Şener komşularımızın ve halkımızın başına çorap ören bir süreci hızlandırmak isterken Gaziantep'i bu sürecin önemli bir unsuru olarak öne sürüyor. Gaziantep'e ve ülkemize yapılan ihanet övgülerle perdelenmek isteniyor.

***

“Alınan bu karar devrim niteliğinde. AB ülkelerinde insanlar sadece kimlikleriyle yolculuk yaparken atılan bu adım çok büyük bir adımdır. Özellikle Gaziantep için önemli olan bu karar, sosyal bağlarımız bulunan Suriye ile ilişkilerimizi daha da artıracak. Karşılıklı refah ve gelişme için bu gelişmelerin devam etmesi gerekir.”

Alınan karar Türkiye ve Suriye arasındaki sınır geçişlerinde vize şartının kaldırılması. Açıklamayı yapan ise Gaziantep'in sahibi gibi davranan, ülkenin sayılı zenginlerinden Abdülkadir Konukoğlu.

Alınan karar devrim niteliğindeymiş!

Normal şartlar altında devrimin cümle içinde geçmesinden bile rahatsızlık duyması beklenen bir patron neden devrimi olumlu anlamda kullanır? Çünkü yaşanmakta olan aslında bir karşı-devrimdir!

Sanayi ve Ticaret Odası başkanlarının açıklamalarını aktarmaya gerek görmüyorum; ihanet treninin bilet kuyruğundalar...

İhanet burada da kendisini halkların kaynaşması ile perdelemeye çalışıyor.

Elbette komşularımızla iyi ilişkiler kurulmasından yanayız. Ancak yaşananlar ülkemizdeki Amerikancı şerrin Suriye'ye de yayılacağını gösteriyor. Bunun neresini alkışlayalım onu da söylesinler o zaman!

Sakın Ortadoğu sınırlarının yapay olduğundan, İngilizlerin inisiyatifi ile çizildiğinden dem vurmasınlar ama, hadlerini bildiririz hemen. Türkiye-Suriye sınırı İngiliz cetveli ile değil Gaziantep halkının direnişinin de payı olan bir mücadele ile çizildi. Hem de zenginlerin para karşılığı oğullarını dışında tutmaya yeltendikleri, yoksulların kanının ise bazen yurtseverce bazen çaresizce oluk oluk döküldüğü bir mücadele ile.

Bu sınırın cetvelle çizildiğini söyleyenin kafasında cetvel kırmak aynı zamanda insanlık vazifemizdir!

***
"Lazı, Çerkezi, Arnavut'u, Kürdü hepimiz birarada dostça kardeşçe yaşadık. Demokratik açılım, bütün azınlıkların kendi haklarını elde edebilmeleri için yapılan bir açılımdır. Etle tırnağı birbirinden ayırmak mümkün değil. Türk halkı öyle bir halktır. Bu nedenle bu olaya çok geniş bir yelpazeyle bakmak lazım"

AKP Gaziantep Mülletvekili Özlem Müftüoğlu'nda söz. Yıllardır Osmanlı'da bir arada yaşayan halkları ayırmaya kimsenin güzü yetmez diyor aynı açıklamasının devamında. Osmanlı göndermesi bir alışkanlık oldu artık ve neden Zaman gazetesi Beşiktaş'ın Osmanlı zamanındaki başarılarını yazmadı hala, anlayabilmiş değilim!

İşin şakası bir yana, memleketi batırıp halkı sefaletle başbaşa bırakan bir hain sürüsünün anıldığı yerde bir tehlike var demektir.

Tehlike var çünkü bugünkü Yeni Osmanlı söyleminin anlamı bölgenin ABD'nin istediği şekilde yeniden düzenlenmesidir. ABD'li müslüman cemaati Senato binasının önünde namaza durmuşken Obama hamlesini tartışmaya hala gerek var mı?

Özlem hanım da Türk ve Kürt halklarının kaderinin kanla yazılacağı bir dönemeci halkların kardeşliği ile perdelemek istiyor. Halkların kardeşliğinin kalleşçe bir plana sos yapılmasına izin verecek mi halklarımız?

***

İhanet treninin yolcuları koşuşuturuyorlar. Hepsi bir biriyle yarışıyorlar. En büyük hainin yeni alçaklığın efendileri arasında yer alacağının farkındalar.

Biz de yaptıklarının farkındayız.

Yalnız aklımız, değil yüreğimiz de kaldırmıyor yaşanmakta olanları. Ve bileklerimizin kuvveti biraz da şairlerimizden geliyor:

“Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,
Aşımıza ekmeğimize

Göz koyanlardır,

Tanı bunları,

Tanı da büyü...

Bu, namustur

Künyemize kazılmış,

Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş.

Sarıl bunlara,

Sarıl da büyü.”

Ahmed Arif

keser.ayhan@gmail.com

Gundi Mehmet, Fırsat Eşitliği ve Güneşin Doğuşu - Ayhan Keser

20.09.2009 - 05:44


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Birkaç hafta öncesine kadar kendisini başka bir kimlikle tanırdık. Şimdi ise Kürt açılımının güllerinden biri oluverdi gundi Mehmet.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, doğduğu Gercüş'ün Arıca köyünde yaptığı açıklamalarda, kendisini Türkiye’de bir Kürt sorununun bulunmadığının kanıtı olarak ortaya sürdü ve fırsat eşitliğinin en güzel örneği olduğunu iddia etti.

İyi de, madem Kürt sorunu yoktu, “destekleyin” dediği açılım nereden çıktı o zaman? O kadarını gundi Mehmet'e sormayalım. Kriz ve işsizlikle ilgili yaptığı açıklamalarla Tansu Çiller'i hatırlatan birinden düz mantığın bir adım ilerisini beklemek bile haksızlık olur.

Ama yine de söylediklerinin hatırlattığı birkaç şeyi okurlarla paylaşmak lazım.

Mehmet Şimşek birkaç gün önce “bakın buradan yetişip bakan olabiliyor insan” dediği Batman'dan değil Gaziantep'ten milletvekili adayı olmuştu 2007 seçimlerinde. Olabilir, “insanın memleketi doğduğu yer değil doyduğu yerdir” der geçersiniz.

Ama Bakan Şimşek'in 2007 seçimlerine kadar Gaziantep ile herhangi bir ilişkisi de bulunmamış. Yani Gaziantep doğduğu yer olmadığı gibi doyduğu yer de değil. Anlaşılan, DTP 2007 seçimlerine bağımsız adaylarla girmeye karar verdiğinden, seçilme şansını riske sokmamak için Batman yerine Gaziantep'ten aday gösterildi. Bu adaylık o dönemde Gaziantep'te de tepki çekmiş ve gundi Mehmet'in önlenemez yükselişinin gerekçesi sorgulanmıştı.

Yine milletvekili olduğu seçimlerden iki gün önce ise Metin Münir'in köşesinden doğduğu Arıca Köyü için “kurtulmam bir mucizeydi” dediğini öğrenmiştik. İşte Bakan Şimşek'e gundi dememin nedeni de bu. Kürtçe “köylü” anlamına gelse de daha çok köylü kurnazını ifade etmek için kullanılır gundi kelimesi. Mehmet Şimşek dün “oh, kurtuldum” dediği yeri bugün açılımın hizmetine sunabiliyorsa gundi Mehmet demekte bir sakınca bulunmuyor.

Gundi Mehmet'ten Bakan Mehmet'e giden yolda ilk durak ABD Büyükelçiliği'nde ekonomistlik oluyor. Dört yıllık hizmetinin ardından bu sefer “hayallerini süsleyen”New York'a taşınıyor. Orada da çeşitli kurumlarda çalıştıktan sonra Merrill Lynch'e transfer oluyor.

Bu sırada, gundi Mehmet'in çok önemsediği fırsat eşitliği devreye giriyor ve Mehmet Şimşek İngiltere vatandaşlığına geçiyor. Hem de Kraliçe'ye bağlılık yemini ederek... Evet, Batman'ın bir köyünde de doğsanız Kraliçe'ye bağlılık yemini etme fırsatınız bulunuyor.

Tabii bu konunun basında fazla gündeme gelmesi istenmediğinden üzerine fazla gidilmiyor. Hatta Wikipedi'deki Mehmet Şimşek sayfasına baktığınızda Merrill Lynch ya da İngiltere vatandaşlığı hakkında tek kelime bulamıyorsunuz. Oysa İngilizce sayfada her iki bilgi de mevcut. Türkçe madde üzerinde temizlik yapılmış anlaşılan.

Mehmet Şimşek'in hayat hikayesinden kesitlere ara verip kendini örnek vermesine geri dönelim.

Şimşek, “Kürt sorunu yok” derken şunu söylüyor aslında: Eğer sistemin bir parçası olup emperyalizmle ilişkileri ihmal etmezseniz, bir Kürt olarak da yükselebilirsiniz. Kürt sorunu dediğiniz şey buysa eğer, gerçekten de ortada bir sorun yok. O halde hadi açılıma devam...

Zaten açılım olarak öne sürülen de gundi Mehmet'in anladığından başka bir şeye benzemiyor. Açılımda ne memleketi Arıca'yı “kurtulunması mucize” sayılan bir yer olmaktan çıkarmak var, ne de Türk ve Kürt halklarının eşitliği...

İlk fırsatta kapağı dışarı atma hevesindeki Şimşek “kurtulduğu” köyüne Bakan olarak dönüyor. Bu ana kadar da hep güneşin batıdan doğduğuna inanıyor. Şimdi Kürt köylüsüne önerisi açılıma destek olmaları. Yani onların da güneşin batıdan yükseldiğine inanmalarını istiyor. Peki buna inanmak yeterli mi? Dokuz kardeşlerin biri Bakan olmuş, yolunu bulmuş. Diğerlerinin yedisi öğretmen olmak üzere hepsi kamu emekçisi.

Batıdan doğacak güneş buraları hiç ısıtmıyor.

keser.ayhan@gmail.com

“ABD planı” nedir? - Ayhan Keser

23.08.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Kürt sorununun çözümünü ifade eden “demokratik açılım” süreci devam ediyor. Basından okuyor, radyolardan duyuyor ve televizyonlardan izliyoruz.

“Açılım” denilen şeyin ne getirip neler götüreceği üzerine tartışma sürecek ve bizler de görüşlerimizi söyleyeceğiz elbet. Ancak bugünlerde halkın gözüne sokulmaya çalışılan bir çarpıklığa değinmek bu yazının esas amacını oluşturuyor.

AKP bir şekilde Kürt sorununun çözümü için adım atıyor, MHP ise buna itirazını temel olarak “bu bir ABD planıdır” tezine dayandırıyor. İkisi birlikte bu fotoğrafı veriyorlar. Çarpıklık AKP’nin sorunu çözemeyecek olmasından ya da MHP’nin ABD planına itiraz ediyor görünmesinden kaynaklanmıyor. Biz bunların halkın karşına sahte üniformalarla çıkmalarına alışığız.

Asıl problem AKP ve MHP’nin “ABD planı”ndan ellerine tutuşturulmuş bir direktifler listesini anlıyor olmalarıdır. Böyle olunca ABD planına dönük muhalefet, planın ne olduğuna bakılmaksızın, bütünüyle şekli olarak algılanıyor. “ABD planı” ne olduğu da tam belli olmayan, mistik bir şeye dönüşüyor. Bu sahtekarlığı ortadan kaldırmak için ısrarla bu planı “gökyüzünden yeryüzüne indirmek” durumundayız.

Lafı uzatmadan yazacak olursak, ilk yapılması gereken bu planın ölçeğini hatırlatmak olmalıdır: “ABD planı”nın Kürt sorunu ile sınırlandırılması, sürecin baş aşağı kavranmasının anahtarıdır.

Üzerine yıllardır çalışılan bir dönüşüm sürecinin sadece Kürt sorunundan ibaret sayılması ve emperyalizmin “şu sıkıntı olmasa da işimize baksak” diye düşündüğünün varsayılması, emperyalizm hakkında hiçbir şey bilmiyor olmayı gerektiriyor.

Emperyalizmin stratejisi Türkiye’nin de içinde olduğu Ortadoğu coğrafyasını yeniden şekillendirmektir. Bunun pek çok aşaması olacaktır ve Irak’ın işgali ile kuvvadan fiile çıkmaya başlayan bu yönelimin önemli bir ayağı da Türkiye’nin köklü bir dönüşüme tabi tutulmasıdır. Burada Türkiye’nin dönüştürülmesinin de “son nokta” olmadığını, bu hamleyi başka müdahalelerin izleyeceğini akılda tutmakta büyük fayda bulunuyor.

Şimdiye kadar yazılanlardan çıkan sonuç şu olmalıdır: ABD planına itiraz, bu bütünlüklü sürece itirazdır ve bu süreç bir kez yazılıp her satırı ilgililere dikte edilen bir senaryo değildir. Kürt sorunun çözümünü ifade eden “demokratik açılım” süreci, bu bölgesel sürecin bir parçasıdır.

“ABD planı” tartışmasındaki aldatmacaya karşı yapılması gereken ikinci uyarı ilkinin devamı sayılabilir. Kürt sorunu konusunda ortaya konan projenin emperyalizm için anlamı, “iç sorunlarını çözmüş bir Türkiye’nin bölgede daha etkin roller alması”ndan ibaret değildir.

Burada asıl hedeflenen bir bütün olarak Türkiye’nin yukarıda anılan emperyalist strateji doğrultusunda dönüştürülmesidir. Zaten daha önce TKP’nin Sesi’nde ifade edilen “Kürt sorunu artık Türkiye sorunudur” yaklaşımının altında da bu yatmaktadır. “Kürt sorununun çözümü” söylemi, Türkiye’nin dönüştürülmesinin aracı haline gelmiştir. Dolayısıyla gündemde olan bir çözüm değil dönüşüm sürecidir.

Bu iki uyarı ya da hatırlatma, bir “ABD planı” olarak demokratik açılım sürecinin ayrıntıları ile ilgilenmemektedir. Dolayısıyla buradaki uyarıları geçersizleştirecek somut gündem aranışının pek bir değişikliğe neden olacağı düşünülmemelidir. Zaten günümüzün en önemli ideolojik yanılsamalarının altında bütünlük kavrayışının yitirilmesi yatmaktadır.

Benim yapmaya çalıştığım şey, bu sahte tartışmayı rayına oturtmak için kimi genellemeleri hatırlatmaktı. Ancak sürecin ayrıntılarının da yazılanlardan bağımsız olduğunu sanmıyorum.

Gaziantep’te düzenlenen Uluslararası Irak Fuarı’nı hatırlıyorsunuzdur. Benim daha önce de değindiğim bu işgal ve ihanet fuarı elde ettiği başarıya rağmen bu yıl son kez düzenlenmişti. Hem de o kadar büyük otelin inşaatı henüz bitmişken… Neden acaba?

Ne turizm sermayesi bu kadar parayı hesapsızca gömer ne de Türkiye’yi yönetenler bu yağlı kapıyı ellerinin tersiyle iterler. Bu adımın anlamını daha önce soL’da yazmıştım: “Fuar'ın bundan böyle Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Ürdün ile birlikte düzenlenen bir Ortadoğu Yatırım Fuarı'na dönüştürülmek istenmesi meselenin Irak'tan çıktığını ve BOP ile bağlantılı Yeni Osmanlı seferleri ile birlikte düşünülmesinin şart olduğunu ortaya koyuyor…”

Türkiye, emperyalizmin bölgeye yönelimin önemli bir üssü olmak istemektedir ve gelişmeler yukarıda yazılan süreçle yakından ilişkilidir. Türkiye, Irak Fuarı’nın ölçeğini genişletmek istemektedir. İyi de bu fuarın mimarı ABD olduğuna göre nüfuz alanının genişlemesini organize edecek olan da ABD olmalıdır. Bunun yolu ABD’nin müdahale araçlarını çeşitlendirmesinden geçmektedir.

Başlıktaki sorunun harfi harfine yanıtını bulmak mümkün görünmese de “ABD planı”nın Ortadoğu’ya dönük köklü müdahalenin adı olduğu söylenebilir. AKP’nin elinde harfiyen uygulanacak direktifler listesi arayanlar, önce buraya bakmalıdır. Onların bakmayacağı malum olduğuna göre, sol ısrarla bu müdahale sürecinin bütünlüklü fotoğrafını gözler önüne sermeyi ihmal etmemelidir. Kürt sorunu tartışmasının bu eksenin dışında yürütülmesi tüm halkların kaybetmesi anlamına gelecektir.

keser.ayhan@gmail.com

Kuşatma ve Eğitim - Ayhan Keser

09.08.2009 - 06:19


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

AKP eliyle karşılık bulan gericileşmenin kilit kavramlarından birinin kuşatma olduğunu düşünüyorum. Her türlü toplumsal mevziyi ele geçirmeye çalışırken ilk yaptıkları şey kapsamlı bir kuşatma harekatı oluyor. Bu kuşatmanın önemli bir ayağı toplumu gericiliğe muhtaç hale getirmek olarak yaşanıyor. Eğitim, sağlık, sosyal devlet, Kürt sorunu, özgürlükler... Her başlık bu yaklaşımın örnekleriyle dolu.

Bu sürecin sadece dincileşmeyi artırmakla kalmadığı ortada. Sermaye sınıfını ve emperyalistlerle dincileşme arasındaki çıkar birliğinin ağırlığını hissettirmesi, kuşatmadan zafere doğru hamle yapılmasını sağlıyor.

Bu açıdan eğitimde yaşananlar özellikle ele alınmalı. Çünkü eğitimin para ile anılır olmasıyla dincileşmesi arasında artık bir mesafe bulunmuyor. Mevcut eğitim müfredatının durumu ve gittiği yer malum. Gericilik ağırlığını her geçen gün artırıyor. Ancak bundan daha önemli olduğunu düşündüğüm bir süreç işliyor.

AKP bizzat müsebbibi olduğu sorunları yine kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaktaki becerisini burada da gösteriyor ve parası olmadığı için okuyamayacak olan yoksul insanlara tarikatları bir alternatif olarak sunuyor.

Dinci vakıf ve derneklerin faaliyetlerini bu kuşatma ile birlikte düşünmek gerekiyor ancak eğitimden devam etmeden önce dinci yardımlaşma derneklerinin faaliyetlerine değinmekte fayda var. Karadeniz'de yaşanan sel felaketin ardından Deniz Feneri Derneği'nin devletin bıraktığı boşluğu kullanmaya kalkışması kuşatmanın diyalektiği olarak not edilmelidir. Bu konu ayrıca ele alınmalıdır ancak ben eğitimde yaşanan dönüşüme ve Gaziantep'e geri döneceğim.

Gaziantep'in orta yerinde bulunan Kırkayak Parkı düzenli olarak gerici dernek ve vakıflara ev sahipliği yapıyor. Bu vakıfların yarısı yardımlaşma ile ilgili yarısı ise eğitimle. Bu gerici örgütlenmeler düzenledikleri kermeslerle bir yandan tanıtımlarını yaparken bir yandan da mali kaynaklarını artıyorlar.

Eğitim sadece parası olanlar için satın alınabilir bir şey olurken bu gerici odaklar da mali açıdan sistemin dışına itilen kesimleri düzene bağlama işini üstleniyorlar. Bu sürecin eğitim birliği ilkesini yok edecek kadar ilerleyeceğini düşünüyorum.

Baksanıza, üniversite harçları astronomik boyutlara yelken açmışken çoğu tarikat vakıflarına ait olmak üzere özel üniversite sayısı artıyor. Bunun bir örneği Zaman gazetesi tarafından “Güneydoğu'nun ilk özel üniversitesi” oluşuyla göklere çıkarılan Özel Gaziantep Zirve Üniversitesi.

Üniversitenin mütevelli heyetinde kimler yok ki? Eski Hürsiad Başkanı, birkaç sanayici, AKP kontenjanından birkaç akraba... Bu bileşimi önemsemek lazım çünkü Zirve Üniversite'si tüm öğrencilerine iş garantisi veriyor!

Seçmek size kalmış. Şimdi siz Gaziantepli bir emekçi olsanız çocuğunuzu binlerce lira harç ödeyeceğiniz ve sonuçta diploma aldıktan sonra KPSS ile boğuşması gereken Gaziantep Üniversitesi'ne mi yollamak istersiniz yoksa direk iş garantisi veren Zirve Üniversitesi'ne mi?

Özel üniversitenin harcı daha fazla olur tabi ama gericiliğin hizmetleri(siz kuşatması anlayın) bununla sınırlı değil ki! Az önce bahsettiğim dinci dernek ve vakıflar ne güne duruyor? Gidersiniz, durumunuzu anlatırsınız, yardımcı olurlar belki.

Haklısınız, sadece durumunu anlatana yardımcı olmazlar. Bir adım daha atıp durumunuzu değiştirmenizde fayda var. Mesela bir tarikata katılabilirsiniz. Emin olun yeni kazanılan insanlara müdavimlerden daha fazla ayrıcalık tanırlar.

Bu ikilem aslında milyonlarca emekçiyi ve yoksulu her gün sıkıştırıyor. Ve mesele sadece üniversite eğitimi ile sınırlı değil. Hatta yüksek öğretimin bu açıdan sadece tetikleyici olduğu, asıl dönüşümün alt tarafta yaşanacağı söylenebilir.

Bildiğimiz örgün eğitimin yerine medrese benzeri tarikat eğitimlerinin geçeceği günleri o kadar da uzak saymamak lazım. Zaten şu an neredeyse her yerleşim yerinde kendi dershaneleri bulunan gerici odaklar kuran kursları ile birlikte bu işi yapmaya başlamışlardı.

Gidişat eğitim birliğinin terk edilmesi ve her iki eğitim sisteminin de dinciliğin kontrolünde bulunmasına doğrudur. Bu yazdığımı yerel yönetimlere verilmesi planlanan yetkiler, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'nun açıklamaları, Kürt açılımı bağlamında gündeme gelecek olan yerelleşme ile birlikte düşününce tablo tamamlanıyor.

Gerici kuşatma hafife alınmamalıdır. Hala hafife alan kaldıysa etrafına biraz daha dikkatli bakmalıdır.

Ben geçen hafta Osmaniye'ye giderken yanımızdan geçen bir minibüste hepsi açık mavi entarili, kafaları takkeli, on yaşlarında çocuklar gördüm. Nereye gidiyorlardı, direksiyon başındaki meczup gibi olmaya mı? Çok canım sıkıldı...

Minibüs 27 plakalıydı ama ne önemi var ki? Kuşatma sürdüğüne göre 35 de olabilirdi 21'de...

keser.ayhan@gmail.com

Almadan vermek kime mahsus? - Ayhan Keser

19.07.2009 - 06:30


Başlıktaki soruya ezberden yanıt vermeden önce biraz bekleyin. Sorunun ilahi yanıtını bilmeyen yoktur ancak bunu tekrar etmek yerine sağımızda solumuzda yaşananlara bakmak bizi farklı bir sonuca götürebilir.

Öncelikle alınıp verilen şeyleri kısaca özetleyelim: bu ülkede var olan, üretilen ve üretilecek olan her şey!

Son yıllarda bu “her şey”in alış verişi üzerine kurulan en yaygın cümle yaklaşık olarak şudur: “askeri vesayet rejimi sayesinde ordu, bürokrasi, akademi ve büyük başlar halkın elindeki her şeyi alıyorlar, kendi borularını öttürüyorlar!” Bu cümlenin altındaki imza ise yine askeriyle, bürokratıyla, akademisyeniyle ve büyük başıyla dinci gericilere ve liberal taşeronlarına ait. Yani aslında, AKP ve Gülen cemaatinin iddia ettiğinin aksine, bugün sürmekte olan itiş kakışta bir yoksul/ezilmiş taraf yok. Köklü bir dönüşümün sancıları yaşanıyor, o kadar...

Bizim bildiğimiz, ülkemizde bir sermaye düzeninin olduğu ve askeriyle, bürokratıyla, akademisyeniyle pek çok kesimin büyük başların çıkarlarına hizmet etmekte olduğudur. Bazen dönemsel olarak sol ideolojinin düzenin çeşitli kurumlarında elde ettiği mevziler bu kuralı değiştirmemektedir.

AKP ve yandaşlarının uydurduğu bir başka şey ise “bizi çok ezdiler, çok mağdur olduk” cümlesi ve “elitler/AKP” taraflaşması. Bunlar için de ilk söylenmesi gereken külliyen yalan olduklarıdır. İsteyen iki trilyonu götürdüğü mahkeme kararı ile onanan Erbakan gibi “hadi oradan” da diyebilir...

Düşünsenize, sıradan halkı elitlere karşı koruduğu iddia edilen Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan olduğu yıl 1 Milyar Dolar kadar bir servete sahiptir. Üstelik arada geçen yedi yılda bu servet iki katına çıkarak muazzam bir boyuta ulaşmıştır. Böyle oluyorsa keşke bu sıradan halkı bir yedi yıl da ben korusam şu elitlerden!

Şakayı bırak diyen çıkabilir ama gerçekten şaka gibi değil mi?

Senin kızların “türban zulmüne” teslim olmayan mütedeyyinler olarak yurt dışında okuyacak, sen kalkıp senin harç zamların yüzünden okuyamayan türbanlı/türbansız yoksul çocukları akademideki elitlerden koruyacaksın!

Senin oğlun bugünlerde 21 gün bedelli askerlik yapmaktayken, asker cenazesinde “hep yoksulların çocukları ölüyor” pankartı açanlar derdest edilecek ama sen yine de yoksulları ordudaki elitlerden koruyacaksın!

Sen “Aydın Doğan'ın musluğunu kesiyorum” diye böbürlenirken medya tekelini kuran damadın gazetecileri sokağa atacak, kalkıp özgür basın için elitlere savaş açtığını söyleyeceksin!

Biz de bunları yutacağız öyle mi?

Yok öyle yağma!

Başbakanın servetini ikiye katladığı dönemde, borçları iki katına çıkanları saymazsak, serveti iki katına çıkan yoksul var mı? İyi de ortada az da olsa bir servetimiz olsa zaten yoksul sayılmazdık ki...

Mesele sadece Başbakan ve diğer merkezi şebeke ile ilgili olsa yine iyi, AKP'li bütün yerel kadrolara bakın, bu “elit-savar”lar arasında bir tane yoksul dostu görebilen var mı?

Gaziantep'teki trilyonluk imar planı yolsuzluklarını da mı yoksulları elitlerden korumak için yaptılar?

Yoksa neredeyse bütün Gaziantep'teki sokakları süsleyen kilit taşları sırf elitler halkı ezmesin diye mi dönemin AKP Şahinbey Belediye Başkanı Ömer Can'ın damadından alındı?

Sırf yoksullara iyilik olsun diye halkın ücretsiz dinlenebildiği Yüzüncü Yıl Parkı'na açılmıştır o zaman Sanko Park!

Çeşit çeşit alavere ile belediye imkanları sayesinde küpünü doldur, sonra da yoksulları elitlerden koruyorum de! Yok artık...

Yok artık dediğime bakmayın. Maalesef var artık...

Bu algıyı yarattılar. Kırmak için soL Portal'da yayınlanan “Tayyip'in serveti” haberlerine yerel haberleri de eklemek ve yeri geldiğinde lafı gediğine yerleştirmek zorundayız. Bunu nasıl daha iyi yapacağımızı da tartışırız tabi ama bu yazıdaki konumuz almadan vermek kime mahsusmuş onu bulmaktı.

Şimdiye kadar yazılanlar alanları da verenleri de açığa çıkarmış oldu. Aslında hatırlatmış oldu demek daha doğru. Çünkü bu sonuca sadece soL okurları değil konuyu düşünen herhangi bir insan da ulaşacaktır.

Burada önemli olan almadan vermenin yalnızca ilahi güçlere mahsus olmadığını görmektir. Bizim de bir şey aldığımız yok ama elimizde avucumuzda ne varsa sürekli veriyoruz. Karagöz'ün de dediği gibi “onlarınki hep alış, bizimki hep veriş!”

Bu durumda biz emekçiler de bir köşeye sinmekten vazgeçip kudretimizden sual olunmadığını fark etmeli ve yaratıcı gücümüze güvenip tüm işi sual meleklerine bırakmaktan vazgeçmeliyiz.

keser.ayhan@gmail.com

Kürtler ve Dinci Gericilik: Tecavüzcüyle Nikah mı? - Ayhan Keser

05.07.2009 - 06:30


Kentin Sesi - Gaziantep Yazıları

Kürt sorununun yeni bir mecraya doğru akmakta olduğu herkesin malumu. Türkiye'de toplumsal alana müdahale iddiasını taşıyan neredeyse tüm dinamiklerin geri çekildiği, yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemin tek istisnası konumundaki Kürt hareketi de bu yeni duruma göre konumlanmaya çalışıyor.

Öncelikle mevcut değişikliğin altında yatan olguyu hatırlatalım. Yıllardır, her şeye rağmen, Türkiyeli bir sorun olarak var olan Kürt sorununu bugünkü noktaya taşıyan temel gelişmenin ABD'nin Irak'ı işgal etmesi olduğu açıktır. Bölgeye uyguladığı askeri ve ekonomik basınç nedeniyle bir çekim merkezi haline gelen ABD doğal olarak Kürt sorununa da "müdahil" olarak sürecin doğrultusunu belirlemeye başlamıştır.

Dolayısıyla Irak'ın işgal edildiği tarihten itibaren soruna dair ağzını açan herkes bu yeni "özne"nin stratejisinde kendine yer kapmaya çalışarak hareket etmiştir. Asker, AKP, DTP, PKK... Sürece dair sözü olan her odak bu arada ABD müdahalesinin olanaklı kıldığı ölçüde kendi ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmeye çalışmıştır. Bu açıdan Obama'nın Türkiye ziyaretinde yaşananları gözümüzün önünden geçirmemiz yeterli olacaktır.

Bugün gelinen noktadaki değişikliğin kaynağı ise Kürt sorununun artık emperyalizmin Türkiye'ye müdahalesinde temel "araç" olarak işlev üstlenecek olmasıdır. Konu daha önce soL Dergisi'nde tüm açıklığıyla ifade edildiği için ben Kürt dinamiğine önerilen yollardan birine değinmek istiyorum.

Son yıllardaki temel gıdasını "kültürel demokratik haklar"dan alan hareket, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte bu açıdan kimi sorunlar yaşamaya başlamıştır. Arkasına ABD'nin işgalci gücünün desteğini de alan AKP bir yandan Kürt yoksullara dönük sert politikasını sürdürürken öte yandan tarikat örgütlenmesi üzerinden bölgedeki gücünü artırmanın yollarını aradı. Mutlak başarı elde ettiği söylenemese de bölgede düzeni temsil eden tek odak haline gelmesi AKP'nin büyük başarısı sayılmalıdır. Bu nokta Türkiye kapitalizminin Kürt sorununa bulduğu "çözüm"ün önemli bir unsurunu da ortaya koymuş oldu: Kürtler'in dincileştirilmesi.

Zaten Seyyidlerden beri dinin etkisinin küçümsenemeyeceği Kürt toplumunda kolay karşılık bulan bu açılıma DTP'nin yanıtı kimlik eksenli bir mücadele oldu. Ancak ABD projesiyle aynı yöne bakan AKP'nin bu alanı da boş bırakmıyor olması yeni bir sıkışmanın habercisi oldu.

Bugün Kürt sorununu yeni bir mecraya akıtan gelişmenin emperyalizmin ülkemize biçtiği gelecekle yakından ilişkili olduğunu söyledik. Şimdi Kürt halkına da bununla ilgili bir tercih dayatılıyor. Türkiye'nin yeni Osmanlı ile kodlanan geleceğine dahil olmanın yolu belli: daha fazla dincileşme, daha fazla piyasacılık ve daha fazla bağımlılık...

Yer darlığı nedeniyle sadece dincileşme bölümüyle yetineceğim ancak diğer başlıklara da benzer şekilde yanıtlar üretilebilir.

Bu açıdan yapılacak en büyük hata bölgedeki dinci gerici örgütlenmeyi AKP iktidarıyla birlikte başlatmaktır. Bölgede gelişen Kürt dinamiğinin karşısına yıllar önce de dikilen dinci gericilik Hizbullah vb. adlar altında gerçekleştirdiği saldırılarda binlerce Kürt devrimcisini katletmiştir. Bugünkü AKP hamlesinde unutturulmak istenenlerden bir tanesi budur.

Kürt halkına dayatılan "dinci" gelecekte tüm bunları unutmak ve "yalnız islam birleştirir" sloganını bayrak edinmek vardır. Özellikle Ergenekon davası ile ayyuka çıkan "tarihin yeniden üretilmesi" sürecinde din referanslı bir birlikten etnik temele dayalı bir tekliğe geçişte "cumhuriyet"in günahları sıralanırken, Çanakkale üzerinden ortak geçmişe işaret eden DTP, AKP'nin tuzağına düşmüş olmaktadır.

Bitirirken işin Ergenekon ile ilgili bir yanına daha değinmek gerekiyor. Bölgeyi '90'larda kan gölüne çeviren uygulamaların altında iki imza bulunmaktaydı: dinci gericilik ve faşizm. Bölgede karşı devrimi bu iki güç temsil ediyordu. Ergenekon davasının bu alandaki çıktısı ihalenin "Türkçü/faşist" kanada verilmesi ve "ümmetçi/dinci" kanadın aklanması olmuştur. Bu güçle hareket eden AKP iktidarı Yeni Osmanlı antetli ABD planıyla Kürt halkına dincileşmeyi önerirken tarihi Ergenekon davasında resmedildiği gibi kabul ettirmeye çalışmaktadır.

Bu öneri "katilinizle el sıkışın" demektir ve tecavüze uğrayan bir kadının tecavüzcüsüyle evlendirilmesine benzemektedir. Tecavüzcü kendini bu nikahla aklamanın peşindedir. Peki ya mağdur buna itiraz etmeyecek midir?

keser.ayhan@gmail.com

“ateşi ve ihaneti gördük…” - Ayhan Keser

“ateşi ve ihaneti gördük…” - Ayhan Keser
21.06.2009 - 06:54


KENTİN SESİ - Gaziantep yazıları

"ateşi ve ihaneti gördük,
ve kanlı bankerler pazarında
memleketi alman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler."
(Nazım Hikmet)

***
Sınırlardaki mayınları yazmadan önce Nazım'ın kaleminden Karayılan'ı okumak istedim. İnsanlar bazen fazlasıyla teknik algılayabiliyor çünkü böylesine hayati konuları... Mayınlarla korunan sınırlar ekonomik değeri vb. üzerinden ele alınınca neyin kaybedilmekte olduğu unutuluyor.

Elbette mayına basıp ölen, sakat kalan insanların acısını en iyi bizler anlarız ancak on yıllar boyunca İsrail kontrolüne geçecek olan topraklar, sadece sınırlara değil, tüm Türkiye'ye mayın döşenmesi anlamına gelmeyecek mi?

Abdülhamit'in Filistin topraklarını satın almak isteyen Yahudilere hangi yanıtı verdiğini anlatıp duran dinciler, TİGEM'in yok edilmesini alkışlayıp şimdi "tarıma açılır tarıma" diye ortalıkta dolanan liberaller... Hepsi ihanetin ateşli savunucuları olarak kaydedildiler.

Nazım Abdülhamit ve Vahdettin'in ihanetini gördü. Bugünün Yeni Osmanlı heveslisi Erdoğan ve şebekesinin ihanetini görmek de bize düştü. "Van minüt" süren Davos şovunun ardından İsrail'e toprak satışına karşı çıkanları faşistlikle suçlayıp nasıl da faşist İsrail'i savunduğunu gördük, öfkelendiğimiz kadar ürktük...

Ürktük çünkü insan bazen neleri kaybetmekte olduğunu idrak edemiyor. Sovyetler Birliği'nin dağılışındaki bir avuç zibidiye teslim olan milyonların ataletini bu idrak eksikliğinde aramak gerekiyor.

Dolayısıyla bir konuyu vurgulamak gerekiyor: bugün tartışmaya açılan sınırların oluşumunu hafife almak, solun "yapma olanağı bulunan" en büyük yanılgı olacaktır. Kastım Misak-ı Milli falan değil, bugünkü sınırlarımızdan söz ediyorum. Büyümesi ya da küçülmesi fark etmez, değişikliğin meşru görülmeye başlanması bile bir dönemin kapanması anlamına gelir.

Kapanan dönem yıllar önce açılmasaydı ne olurdu? Ülkemiz de bir şekilde uluslaşma sürecini tamamlayıp modern sınıfların sahne almasını sağlar mıydı?

Bugünkü mevcut sınırlar oluşmuş olmasaydı, bizim payımıza düşen açık işgal ve manda yönetimiydi, bundan şüphesi olanlar varsa Marx ve Engels'in Osmanlı'nın paylaşımı üzerine dönen dolaplar hakkında yazdıklarını ve sonrasında Lenin'in analizlerini okusun. İsteyen "biz de Hindistan gibi, kendi mücadelemiz ve uluslar arası dinamiklerin etkisiyle bu dönemi atlatabilirdik" diye düşünebilir.

Ben bu gibi iddiaların hepsi üzerine tartışabilecekken, bu iddiaların ciddiye alınmamasından yanayım. Çünkü hepsinin altında, kendine ve işçi sınıfına duyulan güvensizlikten kaynaklanan bir nihilizm yatıyor.

Biz sınıfsız bir dünya kurana kadar sınırlar önemlidir. Bu nedenle, günümüzde sınırların değişmezliğini savunmak daha önemlidir. Ancak, emperyalizmin gemi azıya aldığı günümüzde, sınırların değişmesini fiili olarak engellemek ise her şeyden önemlidir.

Meselenin teorik boyutları geleneğimiz tarafından defalarca yazıldı. Ancak günümüzde yaşananlar ve emperyalizmin yönelimleri bu teorik tutumun gündelik hayata taşınmasını zorunlu kılıyor.

Burada asla "teorik düzleme sıkışıp kaldığımızı" söylemiyorum. Bu teori ile emperyalizmin hamlelerinin kesiştiği noktanın bizim için hayat memat meselesi olduğu kanısındayım. Meclis hangi yasayı çıkarırsa çıkarsın, Cumhurbaşkanı bu yasaları kaç saat içinde imzalarsa imzalasın, bu yasalar bize takılmalıdır. TBMM'nin ülkemizin sınırlarını şaibeli hale getirecek adımlar atmaya devam etmesi halinde sınırların savunulması için bir an bile tereddüt edilmemelidir. Meclis'in ve burjuvazinin ihanetinin bu ülkeyi bitirmeye yetmeyeceği ilan edilmelidir!

Lübnan'ın İsrail tarafından işgal edilmek istendiği günleri hatırlamak iyi bir örnek anlamına gelecektir: Lübnan ordusu işgalci İsrail askerlerine çay ikram ederken Lübnan Komünist Partisi üyeleri cepheye koşmuşlardır.

Meselenin güncel yanı hatırlansın diye Yunan İç Savaşı'na değinmek yerine Lübnan örneğini daha işlevsel buldum. Ancak, tarihi boyunca burjuvazinin ihanetine yurtsever yanıtlar üretmiş komünist hareket, ülkemizde de bu derece yerleşiklik kazanmaktadır.

Üstelik ülkemizde işgale direnişin 19 Mayıs'ı öncelediğini, yoksul bedenlerde filizlendiğini de biliyoruz.

"ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı anteplileri,
seğirttiler peşince,
düşmanı tepelerde yediler.
ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana:
karayılan dediler."

***

Burada Gaziantep'ten bakıp yazdım ancak yazılanlar, yaşananlar Türkiye'nin her yerini bağlıyor. Tekrar olacak ama sınırların değişmesinin meşru hale gelmesi "ihanet ateşinin" büyük bir fitili tutuşturması anlamına gelecek. Bizler ise, sadece Gaziantep'te değil, memleketin her yerinde bu süreci durdurma görevini üzerimize almış olduk.

Meclis'in ve burjuvazinin ihaneti ise sözü Enver Gökçe'ye bırakmamızı gerektirdi:
"Topla Antep'i Çukurova'yı
İzmir'i, Urfa'yı, Konya'yı
Haydi ha
Ne durursun Munzur!

Engini de deli gönül engini
Kutlayalım şol kurtuluş cengini
Hayını,
Kompradoru, pezevengini
Vur kara yeğenim vur!"

keser.ayhan@gmail.com

4 Haziran mı 14 Haziran mı? - Ayhan Keser

07.06.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - Gaziantep Yazıları

AKP Hükümeti yeni teşvik paketini 4 Haziran'da açıkladı.

Paket kapsamında kurumlar/gelir vergisi indirimi, SSK işveren priminin Hazine tarafından karşılanması, faiz desteği, yatırım yeri tahsisi, KDV istisnası ve gümrük muafiyeti gibi araçlar kullanılacak.

Her teşvik yasasında olduğu gibi yaşanan yine kamu kaynaklarının patronlara peşkeş çekilmesi oluyor. Kapitalizmdeki görevi gereği "girişmesi" gerektiği söylenen patronlar yatırım için arsayı da devletten almak ve üç kuruş bile vergi vermemek için destek almak istiyorlar. Hükümet onların hükümeti, veriyor.

Yeri gelmişken, yürürlüğe konan teşvikin bütün ülkeye adaletli dağıtıldığı yalanına da değinmek gerekiyor. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki bütün iller yüksek teşvik alan 3. bölgede bulunuyor. Bunun ilk sonucu ne olacaktır? Önceki yıllarda Gaziantep teşvik kapsamı dışında kaldığı için Adıyaman ve Kahramanmaraş'a kaçan Gaziantepli patronlar şimdi geri dönecekler. Belki Gaziantepli işçinin ağzına bir parmak bal çalınır ama diğer illerdeki işçileri bekleyen iki yol olacak: ya asgari ücretin altında ve güvencesiz çalışmayı kabul edecekler ya da işlerinden olacaklar. Bu düşük ücret olasılığı Gaziantepli işçinin tepesinde sallanmaya devam edecek.

Yukarıda "belki" Gaziantepli işçilerin ağzına bir parmak bal çalınır demiştim ya, duyun ama inanmayın. Bu söylemi Gaziantepli patronlar kullanacaklar. Kentimiz teşvik kapsamına girince istihdam arttı diyecekler. Bu arada kamu mallarını götürmeyi de ihmal etmeyecekler.

Peki, "en azından istihdam sağlanıyor" diyerek yağmayı sineye çekmek mümkün mü?

İyi de kimin malını kime veriyorlar? İşçilerin maaşlarından kesilen vergi ve sigorta primleri aynen devam edecek; patronların ise ödemesi gereken vergi indirilirken, yetmezmiş gibi, ödemeleri gereken sigorta primi de devlet tarafından ödenecek. Peki devlet o parayı nerden bulacak? Bir sınıftan almadan öbürüne verilemeyeceğine göre, işçilerin ödediği vergi ve primlerden. Öyleyse işçilerin Adalet ve Kalkınma Partisi için "AKP"den daha edepsiz bir kısaltma kullanması yerinde bir başlangıç olacaktır.

Bu başlangıcı "kuvveden fiile çıkarmak" için gelelim 14 Haziran'a...

14 Haziran Pazar günü, Gaziantep dahil olmak üzere, Türkiye'nin önemli sanayi merkezlerinde işçi toplantıları düzenlenecek. 15-16 Haziran 1970'de gerçekleşen büyük işçi eylemlerinin yıl dönümünde yapılacak toplantılar işçi sınıfının siyasi öncüsü ile buluşması sürecinde önemli bir sıçrama noktasına dönüşebilir. Bunun için toplantılara doğru yerden yaklaşılması gerekiyor.

Konuya "bundan 29 yıl önce olan ve bugün olmayan neydi?" sorusuyla girebiliriz.

1970 yılındaki sarsıcı işçi eylemleri, o tarihe dek birikmekte olan ve bakan gözlerin çoktan fark ettikleri bir gerçeği, başta korkudan İstanbul'u terk eden patronlar olmak üzere, herkese göstermiştir: ülkenin en önemli sosyal sınıfı işçi sınıfıdır ve "onlar ağır ellerini toprağa basıp doğrulduklarında" her şeyin kaderi değişebilir...

Bugün olmayan şey de bununla ilgilidir. Çokça tekrarladığımız üzere 12 Eylül sonrası süreç, artık en önemli meyvelerini vermiş ve toplumsal olan her şey gibi işçi sınıfı da iğdiş edilmiştir.

Aradaki bu önemli farkı gördükten sonra bizim açımızdan 14 Haziran toplantılarının anlamı ortaya çıkıyor. Şu an sınıfsal güdüleri açısından en ilkel noktaya doğru gerilemekte olan işçi sınıfı içinde bir direnç odağı yaratmak, ulaşılması gereken hedefi ifade ediyor.

Bu nedenle bu toplantıların başarısı, sonlarına eklenecek olan işçi forumları ile ölçülmelidir. İşsizlik, hak kayıpları, artan baskılar v.b. düşünüldüğünde mümkün olan en fazla sayıda fabrikadan işçilerin bir araya getirilmesi, bir direnç odağı yaratmanın ilk adımı olacaktır. Bu nedenle her fabrikadan işçi katılımını sağlamaya dönük bir çalışma yürütmek gerekmektedir.

Ve bu ilk birikim, hızlı bir atılım için kullanılmalıdır. İşçiler birlik olduklarında ne yapabileceklerini anladıklarında AKP'nin de patronların da işi zorlaşacaktır. Çünkü işçi sınıfı, her şeye rağmen, ülkemizin en önemli sosyal sınıfıdır. Tıpkı 14'ün 4'ten büyük olması gibi...

İhanet Fuarı: Gaziantep’ten Antep’e giden yol... - Ayhan Keser

24.05.2009 - 06:30


Uluslararası Irak Fuarı'nın dördüncüsü bugün sona eriyor. Dört gün süren Fuar'ın bilançosunu çıkarmak için erken sayılabilir ancak önceki üç yılda yaşananlara bu yıl eklenenler düşünüldüğünde şimdiden bir şeyler yazmak mümkün.

Öncelikle başlığa da taşıdığım ana fikri sorgulamak gerekir. soL sayfalarına haklı nedenlerle bir işgal fuarı olarak yansıyan bu fuara neden ihanet fuarı demeyi tercih ettim? Ve Gaziantep'ten Antep'e giden yol bizi hangi açıdan ilgilendirir?

ABD'nin Irak'ı işgalinin bir sonucu olarak ve direniş nedeniyle Irak'ta yapılamadığı için Gaziantep'te yapılmaya başlanan bu Fuar ilk bakışta sadece bir işgal fuarı olarak görülebilir. Yerle bir edilmiş bir ülkenin yeniden yapılandırılması ve bin bir çeşit ihtiyacının karşılanması için düzenlendiği için elbette işgalin yerleşikliğini ve düzeni tesis etmesini sağlıyor.

Bir diğer unsur da Irak pazarının ve Irak halkına ait olması gereken kaynakların uluslararası sermayeye açılması yönündeki çabalar olunca "işgal fuarı" saptaması kaçınılmaz oluyor.

Ancak ben işin Türkiye ve Gaziantep ile ilişkisine bakmayı tercih ediyorum. Bu açıdan ortada sadece işgalcilere yardım ve yataklık değil açık bir ihanet de söz konusu.

Burada öncelikle Gaziantep'ten Antep'e giden yola değinmem gerekiyor.

Daha önce da yazdım: Gaziantep kenti içinden geçtiğimiz süreçte önemli bir dönüşüm yaşamaktadır. Kentin sınai altyapısı önemsizleştirilirken bir turizm ve ticaret kenti kimliği kazanması için her yol denenmektedir. Bu sürecin sonuna varıldığında, ortada bugünkü anlamıyla bir Gaziantep kalmayacağı açıktır. Yerine gelecek olan ise, küçük esnaf işçiliğine ve hizmet sektörüne dayalı, Ortadoğu ticaretinin uğrak noktalarından biri olan ve batılı sermayedarlara aynı zamanda mistik doğu hizmeti de sunan bir şey olacaktır.

Bu yeni şeye Gaziantep demek kentin dönüşümünün sonuçlarını yok saymak olacağı için "Antep'e giden yol" demeyi tercih ettim. Çünkü bu stratejinin temelinde Yeni Osmanlı projesine uyum esas alınmaktadır.

Fuar'ın bundan böyle Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Ürdün ile birlikte düzenlenen bir Ortadoğu Yatırım Fuarı'na dönüştürülmek istenmesi meselenin Irak'tan çıktığını ve BOP ile bağlantılı Yeni Osmanlı seferleri ile birlikte düşünülmesinin şart olduğunu ortaya koyuyor..

Bu açıdan şimdiden gözüme çarpan birkaç gelişmeyi soL okuyucularıyla paylaşmam durumu daha da netleştirecektir.

Birincisi; Erbil Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Dara Jalil Al-Khayat'ın Fuar'dan duyduğu memnuniyeti vurgulamasıdır. Al-Khayat'ın memnuniyetinin altında Fuar'ın iki ülkeyi yakınlaştırması yatmaktadır ve bu açıdan Kürt sorununda Barzani etkisi üzerinden yol almak isteyen Türkiye için bu ilişkiler eskisine oranla daha değerli hale gelmiştir.

İkincisi; Bizce Yağları Genel Müdürü Celal Kadooğlu'nun Irak Fuarı'nın kriz ortamında ticareti geliştirerek her iki ülkeye de önemli katkısının olacağını ifade etmesidir. Kadooğlu Gaziantep'te gelişmekte olan Barzanici sermayenin önemli bir unsurudur ve DTP ile de ilişki içindedir. Fuar, Barzani ile Türkiye'nin ilişkilerinin "tamamen duygusal" boyutunu perçinlemiştir.

Bu iki örnek ortada sadece ticaretin olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla Yeni Osmanlı yanlısı her adım gibi bu Fuar da ihanet damgasını yemelidir.

Meselenin bir başka yönü ise Gaziantep'in "gazi" kimliği ile ilgilidir. İşgal görmüş ve işgale sadece kendi imkanlarıyla direnmiş bir kentte bir başka ülkenin işgalinin doğrudan bir parçası olan bir fuar düzenlenmesi bile ihanet sayılmalıdır.

Gaziantep'in işgali sırasında "işgal yerleşse de biz de işimize baksak" diyerek çocuklarının cepheye gitmemesi için çabalayan Gaziantepli zenginler, bugün giydikleri patron kıyafetleri ile aynı ihaneti sürdürmektedirler.

Bu fuarı düzenleyen Gaziantep Sanayi Odası ve Gaziantep Ticaret Odası, herhangi bir şekilde kentlerinin ve ülkelerinin işgali halinde, direnmek yerine komşu ülkelerden birinde fuar düzenleyeceklerini ilan etmiş olmaktadırlar. Dolayısıyla bu fuar bir işgal fuarı olduğu kadar bir ihanet fuarıdır da.

Abarttığımı düşünenler için herkesin içini sızlatacak bir hatırlatma yapmak zorundayım: Fransız sermayesi Carrefour, Şirehanı şubesini 25 Aralık 2007'de Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı'nın da katılımıyla açmıştır. 25 Aralık, Antep'in Fransız işgalinden kurtarıldığı yani gazilik ünvanına vesile olan gündür.

Karayılan'la, Şahin Bey'le ve daha nice yoksulla birlikte saf tutup memleketlerini işgalden kurtaran Gaziantepliler bu ihaneti asla unutmamalıdır.

İşçi sınıfımız, tıpkı 1920'lerde olduğu gibi memleketine sahip çıkmalı, asla onun kaderini zenginlere, patronlara bırakmamalıdır.

14 Haziran günü Gaziantep'te yapılacak toplantıya krizin yanı sıra bu pencereden da bakılmalı ve işçi sınıfı yurtsever saflara kazanılması için değerlendirilmelidir.

keser.ayhan@gmail.com

Boş Beklentiler ve Yüzsüzlük - Ayhan Keser

10.05.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - Gaziantep Yazıları

Seçimlerin ardından taşlar yerine oturmaya başladı. AKP beklenen kabine değişikliğini gerçekleştirdi ve şimdi yoluna hızla devam etme niyetinde. İçinden geçtiğimiz günler yalnız merkezi idari ve siyasi atmosferde yaşanan değişimlere değil kimi yerel "ayarlamalar"a da sahne olacağa benziyor.

Gaziantep bu açıdan merkez ve taşranın çakıştığı kentler arasında sayılabilir. Sadece AKP döneminde oluşan kabinelere bakıldığında bile kritik bir bakanlık koltuğunda bir Gaziantep milletvekili görmek mümkün.

Son kabine değişikliği de AKP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şimşek'i Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı görevinden Maliye Bakanlığı'na getirmiş oldu. Peki bu değişikliğin yerel bir anlamı bulunuyor mu?

Bu tartışmalar basın organlarına "Gaziantep'in çıkarları" şeklinde yansıyor genellikle. Seçim zamanında da durum aynıydı. 29 Mart seçimlerinin arifesinde kime beklentilerini sorsanız alacağınız yanıt aşağı yukarı şöyle olurdu: "işsizlik çözülmeli, bunun için de öncelikle teşvik sorunu çözülmeli."

Şimdi yapılan kabine değişikliğinden bu yönde sonuçlar çıkaranlar var. Ben meselenin iki yönüne dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi, Gaziantep'in teşvik kapsamına alınmasının hiçbir anlamı bulunmuyor. Çünkü patronlar bu durumda da ölü yatırımlara yönelip teşvik vurgunu peşinde koşuyorlar. Konuya tersten de yaklaşabiliriz. Kahramanmaraş teşvik kapsamındaki iller arasında bulunuyor. Bu özelliği nedeniyle kimi Gaziantepli patronlar fabrikalarını kapatıp Kahramanmaraş'a taşındılar.

Buraya kadar olanı Kahramanmaraş için sevindirici görünebilir. Oysa teşvik süresi sona erdiğinde aynı patronlar aynı fabrikayı söküp tekrar Gaziantep'e taşımaya başladılar. Dolayısıyla bizim teşvikli Kahramanmaraş'ımız ortada kalmış oldu. Yani teşvik patronları daha da semirtmek dışında hiçbir işe yaramamış oldu.

İkincisi, milletvekili veya bakan olarak görev alan kişiler seçildikten sonra yerel baskıları hiç önemsemezler. Eğer teşvik yasası ile özel bir çıkar elde edecekse o başka ancak, diğer durumda "biz Gaziantepliyiz" diyenlere hiç itibar etmemek lazım. Onlar öncelikle sermaye yanlısıdır ve genel çıkarları gözettikleri sürece Gaziantep teşvik kapsamında mı değil mi umurlarında olmaz.

"Gaziantep için" en hayırlısının olmasını isteyenler için bir üzücü hatırlatma daha yapmam lazım. Bugün hükümette olan partinin yerel seçim sloganının yerellikle ilişkisi neredeyse yoktur: "Sen Gaziantepsin Büyük Düşün". Burada Gaziantep'in yerine 1000 kişinin yaşadığı bir yerleşim yerini de yazdılar, İstanbul'u da. Yani o afişlere kanıp özel bir muamele beklemekle boşa uğraşılıyor.

Teşvik için yeni umutlar besleyenlerin fazla heveslenmemelerini yazdığıma göre teşviki olumlamış mı oluyorum?

Tartışma genellikle bu şekilde yürütülüyor. Teşvik kutsal bir talep haline gelmiş durumda. Oysa yukarıda aktardığım Kahramanmaraş örneği hesaba katıldığında teşvik talebinin sadece patronların işine yaradığı açıkça görülüyor.

Anlaşılan işçi sınıfının mevcut örgütlülük düzeyi patronları fazla yüzsüzleştirmiş durumda. Hiç utanmadan "kamu kaynaklarını emrimize sunmazsanız üretim falan yapmayız" diyebiliyorlar. Sonra "vergi de vermeyelim canım" diyorlar. Yetmiyor "kısa çalışma ödeneği alalım, unutmadan şu işsizlik sigortası fonunu da bize devredin, işletelim" diyorlar.

Bu zihniyetin üretimle bir ilgisinin bulunmadığı ortada. Kimsenin yaşadığı kenti düşündüğü de yok zaten. Memleketini düşünmeyen Gaziantep'i ne yapsın ki?

***

Bitirirken biraz da Mehmet Şimşek'in Maliye Bakanı olmasının anlamı üzerine bir çift söz edeyim. Kendisi zaten Gaziantepli değildir. Olsaydı ne olurdu demeyin. Kemal Unakıtan'ın Eskişehir'e ne kadar hayrı dokunduysa o kadar katkısı olabilirdi Şimşek'in de Gaziantep'e. Esnaflıktan gelme Unakıtan kendi ailesini semirtirken birkaç Eskişehirliyi zengin etmiş oldu.

Mehmet Şimşek de kendi hemşerilerini zengin edecektir elbette. Yalnız kendisi İngiliz Kraliçesi'ne bağlılık yemini etmiş bir İngiltere vatandaşıdır. Onun hemşerileri de oradan yani emperyalist merkezlerden olacaktır. Kimse darılmasın, Mehmet Şimşek uluslar arası sermaye baları daha "profesyonel" düzeyde olan birisidir. Gaziantep'e bakarken aslında yaklaşan Irak Fuarı'nı, İngiliz finans devlerini ve ABD silah sanayini görmektedir.

Bir sonraki yazımda Uluslararası Irak Fuarı'nı Gaziantepli patronları ihanetini yazacağım. Bakalım Mehmet Şimşek burada işgal görmüş bir Gaziantepli gibi mi davranacak yoksa işgalci bir İngiliz gibi mi?

keser.ayhan@gmail.com

Toplumsal dinamikler ve yerellik - Ayhan Keser

26.04.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

soL'da seçim sonuçlarına dair yapılan değerlendirmelerde ortaklaşılan iki nokta var: solun mevcut örgütlülük düzeyi üzerine gittiği sorunlar karşısında yetersiz kalmaktadır ve bugün solun tamamı toplumsal bağlardan yoksun kalmış, hiçbir mevziye konuşlanmamıştır.

Son yazımı örgütlenme konusu ile kapatmıştım. Bugün solun örgütlenmeye ekmek/su kadar ihtiyaç duyduğuna itiraz gelmeyeceğine göre bu yazıda işin diğer yönüne değinmekte fayda var.

Solun toplumsal mevzileri üzerine düşünürken kaçınılmaz olarak ülkenin mevcut toplumsal dinamiklerini de hesaba katmamız gerekiyor. Metin Çulhaoğlu'nun dünkü yazısında belirttiği gibi "Kürt coğrafyasındaki özel dinamik dışında, günümüz Türkiye'si, etkileşimli toplumsal dinamiklerin zayıf kaldığı, bu nedenle siyasal dinamiklerin kendi mecrasında başatlık kazandığı" bir durumdayız.

Öyleyse, solun toplumsal mevziler elde etmesinin nesnel zemini olarak da görebileceğimiz toplumsal dinamiklerin bulunmadığı koşullarda siyasi mücadelenin alanının kendi dışına doğru taşması gerekmektedir. Bu taşmayı gerekli kılan şey siyasetin kabına sığmaması değil kabının dışına da müdahale etmediği sürece dönüştürücü gücünü de yitirecek olmasıdır.

Yakın geçmişe dönüp açıklamaya çalışayım. Doksanlı yıllarda Türkiye'de mücadele ediyorsanız öğrenci hareketi, kent yoksulları dinamiği, kamu emekçileri hareketi, Kürt dinamiği ve sınıf hareketi öyle ya da böyle hesaba atılması gereken toplumsal dinamiklerdi. Sosyalizm mücadelesi açısından eşit ağırlıklara sahip olmayan bu dinamiklerin sağlıklı bir etkileşime girmelerini ve ortak bir devrimci stratejiye enerji vermelerini sağlamak "siyaset"in işidir. Burada toplumsal bir mevzi elde edilmesi için bir nesnel zemin bulunmaktadır.

Ancak günümüzde bu zeminin de sarsıldığı ortada olduğuna göre siyaset, kendi alanının dışına taşarak, bu toplumsal dinamiklerin bıraktığı boşluğa da nüfuz etmek durumundadır. Aksi takdirde havasızlıktan boğulması kaçınılmazdır.

Yazdıklarımda bulunan eksikliğin farkındayım. Şimdi onu tamamlamanın zamanı geldi: toplumsal dinamikler olmaksızın solun toplumsal mevzi elde etmesi düşünülemeyeceği gibi, bugünün Türkiye'sinde, solun siyasi mücadelesinden bağımsız bir toplumsal dinamik bulmak da Kürt özgünlüğü dışında mümkün değildir. Zaten yukarıda anılan toplumsal dinamiklerin açığa çıkmasında nesnelliğin yanı sıra sol kadroların emeğinin katkısı da bulunmaktadır.

Toparlarsak; bugün sol, bir yandan mevcut örgütlülüğünü artırırken bir yandan da bu gücü toplumun içine ekmeli, en küçük hareketlenme olasılığını bile ihmal etmeksizin bu toplumsal dinamiklerin oluşumunu hızlandıracak bir çaba içinde olmalıdır.

***

Yukarıda yazılanlar hepimizin üzerine kafa yormayı sevdiğimiz genel tartışmalar. Bu gibi saptamaları kendi yerelliğimize taşımak ve buna uygun şekilde harekete geçmek yerine genel analiz düzleminde kalmak daha kolay görünüyor sanırım.

Oysa genel siyasal analizler, istisna sayılması gereken özgünlükler dışında, memleketin pek çok yerinde geçerli olduğu için genel siyasal analiz konumuna yerleşiyorlar. Dolayısıyla, yukarıda yazdıklarım, başka pek çok yerellikle olduğu gibi, "öncelikle" Gaziantep ile ilgilidir.

Öyleyse işe bir de bu açıdan bakalım...

Gaziantep'te bir tekstil işçileri hareketi bulunmuyor. Oysa çözülmesi gereken dertlerle boğuşan, kriz saldırılarına maruz kalan onbinlerce tekstil işçimiz var...

Gaziantep'te ayağa kalkmış emekçi mahalleleri bulunmuyor. Oysa bu mahallelerde yaşanan gericileşmeden tedirgin olan binlerce emekçimiz var...

Gaziantep'te bilim ve aydınlanma bayrağını yükselten bir öğrenci hareketi bulunmuyor. Oysa üniversitede değil ortaokulda okuyor gibi hisseden binlerce öğrencimiz var...

Emekçi kadınlar, liseliler, kamu emekçileri, işsizler...

Hepsi bizim yanı başımızda. Komşumuz, iş arkadaşımız, sınıf arkadaşımız, akrabamız...

Hepsi Gaziantep'te...

Peki biz neredeyiz? Eğer yanı başlarında değilsek Gaziantep'te de değiliz.

keser.ayhan@gmail.com

Gaziantep’in kaderi ve Yossi - Ayhan Keser

12.04.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - Gaziantep Yazıları

Kader genellikle yazgının olumsuzu olarak kullanılıyor. Dolayısıyla "ne yapalım kaderimiz böyleymiş" cümlesini kuran bir kişi aslında istemediği bir yazgıya olan rızasını ifade etmiş oluyor.

İşin diğer tarafında olumlu bir yazgı bulunuyor ve insanlar olumlu yazgıyı kendilerine, olumsuzunu ise "kader"e yoruyorlar. Bir iş başarıldıysa kendi katkıları ve çabaları sayesindedir ve bir başkasının benzer bir işi yapması çok güçtür. Aynı iş kimi nedenlerle başarılamadığında ise, yine aynı kişi, bu sefer onun müdahale edemeyeceği sorunlara kesiyor faturayı: kader işte...

Bunun yalnızca gündelik hayatta yaşanmadığını anlamak için haberleri izlemek yeterli. Özellikle işler kötü giderken kaderi hatırlamak burjuva siyaset erbabının karakterinde önemli bir yer kaplıyor.

Gaziantep'in geleceği ve siyasi mücadele üzerine düşünürken yazgı ve kaderi birlikte ele almak gerekiyor bu nedenle. Çünkü aynı sürecin olumlu yanlarıyla övünüp olumsuzluklarına dövünmek burada da karşımıza çıkıyor.

Kenan Mortan ve Osman S. Arolat Gaziantep Ekonomisine Bakış(Heyamola Yayınları, Şubat 2009) adlı kitaplarında piyasacı bir anlayışla Gaziantep'in kaderiyle ilgileniyorlar.

Konumuz Irak ile ticaret. Ben önceki yazımda Gaziantep'in savaş ekonomisinden nasıl beslendiğini vurgulamıştım. Kitapta bu gelişmelerin önemine dair yeni veriler bulmak mümkün: "... Ortadoğu'da yükselen konjonktür, BM gözetimindeki ithalatıyla Irak'tı. GSO ve GTO'nun ortak düzenlediği, Irak Uluslararası Fuarları dizisi, uluslararası arenada ilgi görür. 2006'da, 1. Irak Fuarı'na 35 ülkeden 65 bin ziyaretçi katılırken, Anadolu'nun en geniş alanı olarak 40 bin m2'lik alandaki 2. fuar, 30 ülkeden 1000 firma ve 52 bin katılımcıyla gerçekleştirilir. Irak'a ihracat hacmi öngörüsünün bir yılda %100 artması, yönelimin doğruluğunu anlatıyor."

Bu görüşlerde şaşılacak bir şey yok. Önemli olan aynı kişilerin Irak'ta yaşanan dramdan ne kadar etkilendiklerini de ifade edebilecek olmalarıdır. Irak halkının kaderi olan trajedi Gaziantep'in talihli yazgısı olabiliyor.

Gelelim Gaziantep'in kaderine...

Kitabın içine serpiştirilen parçalardan birisi de Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Nejat Koçer ile yapılan röportaj. Koçer 2023 yılı projeksiyonundan bahsediyor: "Gaziantep'in 10 milyar dolarlık ihracatı olmalı ve 500 bin kişi çalışmalı. Sanayide değil(a.b.ç.) hizmet sektöründe, otellerde, yaşam merkezlerinde, lokantalarında, sanat ve kültür merkezleriyle, havaalanı ve bölgesel arlığıyla, Gaziantep 2023'te Ortadoğu'nun en önemli şehirleri içerisinde düşünüyorum." (kötü niyet ve kötü Türkçe aynı kişinin-A.K.)

Pek çok örnek bulunabilir ama daha fazla alıntıyla uğraşmayayım.

Yıllardır sanayi kenti olmakla övünen Gaziantep gidecek, yalnızca hizmet sektörüne dayanan asalak bir kent gelecek. Patronlar Gaziantep'in yazgısını böyle hayal ediyorlar ve bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Her gün açılan yeni müzeler, onarılan hanlar, bu hanlarda açılan lokantalar ve küçük esnaf işçiliğine dayanan dükkanlar, lüks oteller ve daha nicesi...

Bu gelişmeleri bir süredir yakın dostlarımla tartışıyordum ama GSO Başkanı tarafından kapsamlı olarak ifade edilmiş olması çok anlamlı.

Madalyonun diğer yüzünde ise işsizliği bekleyen on binlerce tekstil işçisi, kapanacak olan fabrikalar, heder olan bir genç nüfus ve daha nicesi...

Buraya kadar yazılanlar bütünüyle patronların niyet ve eylemleriyle ilgili. Elbette hiçbir şey tek yönlü kararlarla hayata geçmiyor. AKP eliyle yürütülen dönüşüm süreciyle sonuna kadar uyumlu bu süreç Gazianteplilerin de onayını almak zorunda.

Akp'ye verilen yaklaşık % 50 oy bu onayın verildiği anlamına gelir mi? Ben böyle düşünmüyorum. 2007'de Gaziantep'ten % 67 oy alan AKP'nin % 15 oy kaybının önemsenmesi gerekiyor.

Ancak buradan anlamlı bir sonuca ulaşmanın tek yolu, soL'da seçimlerden sonra bolca altı çizildiği gibi, toplumsal direnç odakları yaratmak, mevziler elde etmektir. Gaziantep'in yukarıda çizilen kaderine isyanın nerelerde çıkacağı bir sır değil. Gaziantepli işçilerin iç haberleşmesi çok güçlüdür. Bir direnç odağı inşa edildiğinde bunun yayılması nesnel bir avantaja da sahip olacaktır.

İşte başlığa taşıdığım Yossi burada yardıma koşuyor. Hayat Treni filminin renkli karakterlerinden olan Yossi bir komünist. Nazilerden kaçmak için tren yolculuğuna başladıklarında koca kasabanın tek komünisti. Tren Sovyetler Birliği sınırına vardığında ise trenin üçte birini temsil ediyor. Filmi izlediğimde hep şu cümleyi tekrarlamıştım "trenin üçte birini temsil ediyor". Filmde anlatılan dönemin özel koşulları bulunuyor. Ancak bugün içinden geçtiğimiz dönemin sıradan bir dönem olduğunu kim iddia edebilir ki?

Cumhuryetin defteri dürülmeye çalışılırken Gaziantep'in de başka bir "şey"e dönüşmesi kaçınılmaz ve bu geçişin yaratacağı sürtünmeye odaklanmak gerekiyor. Buradan bir enerji çıkarmanın tek yolu gerilimin üzerine gitmektir. Bu yapıldığında hızlı büyümek bizim yazgımız olacaktır.

Hedef belirlemek ve harekete geçmek gerekiyor.

Kimse Gaziantep'in geleceği üzerine bizsiz planlar yapmasın, göreve koşanlar çoğalıyor...

keser.ayhan@gmail.com

Geçim Yazısı - Ayhan Keser

29.03.2009 - 06:30


KENTİN SESİ - GAZİANTEP Yazıları

Bugün seçim yazısı yazmak yasak. Öyleyse "seçim"in başındaki harfi Gaziantep'in "g"si ile değiştirmek durumundayım. Çünkü seçim sonuçlarının da katkısıyla hızlanması beklenen Kürdistan seferleri önemli gelişmelere gebe ve Gaziantep Türkiye ile Irak arasındaki ticarette olduğu gibi bu bölge ile ilişkilerin de önemli üslerinden biri olma yolunda ilerliyor.

Ne zararı var diye düşünenler için önce birkaç hatırlatma...

Abant Platformu tarafından Erbil'de düzenlenen konferans ile birlikte Türkiye yeni bir "realite" ile yüzleşmek durumunda kaldı. Daha doğrusu, Yeni Osmanlıcı dönüşümün ilk psikolojik manevrası olan Davos'tan sonra mesele gerçek alana inmiş oldu.

"Osmanlı zamanında Ortadoğu ne güzeldi" şeklinde özetlenen söylem, her ne kadar fetihçi duyguları okşadıysa da, bir çeşit rüyaya işaret ediyordu. Oysa "içimizde kanayan" Kürt sorunu açısından Yeni Osmanlıcılar daha somut bir açılıma sahipler.

İşte Erbil Konferansı ile birlikte yüzleşilen realite de bu oldu. Daha önce milli görüş tarafından ifade edilen ve önemsenmeyen "yalnız İslam birleştirir" sloganı bu kez gerçek bir zemine sahip olmuştu. İşin nasıl olup da buraya geldiğini ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Kürdistan adını telaffuz etmesini sağlayan şeyi merak edenlere Yeni Osmanlıcılığın aynı zamanda Yeni Amerikancılık olduğunu hatırlatmakla yetineyim...

Bölgede ABD planları doğrultusunda bir yakınlaşma sürüyor. Bu yakınlaşmanın aracısı konumundaki Gülen cemaatinin iddiası dinin birleştiriciliğinin iki halka da huzur getireceğidir. Kürtlere karşı yürütülen kontrgerilla operasyonlarının bir tarafı belki bugün Ergenekon davası nedeniyle topun ağzında görünebilir. Oysa bu kirli savaşın diğer yüzü olan gericiliğin yaptıkları hala akıllarda.

O "taraf"tan bakınca komünistleri Kürt-İslam düşmanlığıyla suçlamak kolay. Ancak gericilerin Kürt ilericilerine ve yurtseverlerine çektirdiği acıların faturası birkaç kontrgerilla artığına yüklenemeyecek kadar kabarık.

Dolayısıyla lafı daha fazla uzatmayıp din temelli bir birlikteliğin iki halkı yakınlaştıracağını söyleyenlere tanıdık gelecek bir yanıt vermek gerekmektedir: hadi oradan...

Gelelim işin Gaziantep'le ve geçimle ilişkisine...

Güneydoğu Anadolu İhracatçı Birlikleri (GAİB) verilerine göre 26 Mart 2009 tarihi itibarıyla bölgeden yapılan ihracatın yaklaşık yüzde yetmişi Irak'a yapılmıştır. Komşu olduğumuz için böyle bir sonucun normal olduğunu düşünenler yanılırlar. Çünkü GAİB verileri Irak'la yapılan ihracatın Suriye ile yapılanın 6, İran ile yapılanın ise 30 katına yaklaştığını gösteriyor.

Bu oranların bir nedeni olarak İran ve Suriye'nin Irak'a göre daha kapalı bir ekonomik rejime sahip olmaları olarak düşünülebilir. Burada gözden kaçmaması gereken gelişme Irak'ı daha "açık" hale getiren şeyin ABD işgali olduğudur. 2009 yılı için hesaplanan ihracat verilerinin 2000 yılının yaklaşık on katına ulaşması Irak'la bölgenin ticaretinin anlamını ortaya koyuyor.

Irak'a yapılan ihracat yalnızca Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nden yapılmıyor elbet. Ancak bu açıdan Gaziantep'i özel yapan gelişmeler var.

Öncelikle bu yıl dördüncüsü yapılacak olan Uluslararası Irak Fuarı'nı anmak gerekir. Kürşat Tüzmen'in çabaları ve ABD onayıyla yolu koyulan fuar, uluslararası katılım da sağlanması ile birlikte işgal pastasının paylaşıldığı mekanlar arasında Gaziantep'in öne çıkmasını sağlamış oldu.

Bu arada gözden kaçan bir gelişme ise Gaziantepli bazı patronlar ile Barzani arasındaki ekonomik ilişkiler oldu. Bu açıdan Mersin'deki Barzani varlığı sık sık bir gerilim konusu olurken Gaziantep'te kurulan ilişkilerin gündeme gelmemesini anlamak güç ve ilerleyen yazılarımda bu konuyu biraz daha kurcalayacağım...

Bu işgal ekonomisinin ele geçirdiği Gaziantep'in fotoğrafını çekerken gözden kaçmaması gereken ayrıntılar var.

Bunlardan en önemlisi tüm ülke krizle boğuşurken ve ihracat rakamları düşerken Gaziantep'ten Irak'a yapılan ihracatın artıyor olmasıdır. İşgal ekonomisi Gaziantepli patronlara krizi de fırsata çevirmeleri için yardımını sunmuş oldu. Patronlar bir yandan krizin arkasına sığınarak işçiler üzerindeki sömürüyü artırırken diğer yandan kriz mriz dinlemeyen garanti müşterileri(işgal ekonomisi) sayesinde karlarını artırmaya devam ediyorlar.

Bir başka önemli gelişme önümüzde ki aylardan itibaren kendini hissettirecek. Irak Hükümeti nezdinde yapılan lobi faaliyeti sonuç verdi ve Irak Gaziantep'te Başkonsolosluk açmaya karar verdi. Bu adım ile ilişkilerin süreklileşmesi ve Uluslararası Irak Fuarı ile aralanan kapının sonuna kadar açılması hedefleniyor.

Yazılanlar işgal ekonomisinin Gaziantepli patronları nasıl yemlediğinin göstergelerinden bir kaçı ve listeyi uzatmak mümkün ama gereksiz...

Yeni Osmanlıcı dönüşümün Türk ve Kürt halklarının iyiliğine olacağını düşünen, kardeşliğin din temelinde üretilebileceğine inanan varsa meseleye bir de bu açıdan baksın. Bir ülkenin işgaline dayanan bir ekonomiden kimseye hayır gelmez ve bu açıdan Kürtlerin ellerini korkak alıştırmaları için çok neden var.

İşgal ekonomisine "Gaziantep'in çıkarları" üzerinden yaklaşanlarsa farkında olmadan bir gerçeğin altını çiziyorlar: zaten serbest ticaret dediğimiz ekmeğini başkasının kanına banmak değil midir?

keser.ayhan@gmail.com

Öfkeli Başlangıç... - Ayhan Keser

15.03.2009 - 08:00


KENTİN SESİ, GAZİANTEP Yazıları

soL okurlarıyla bu ilk buluşmamda anlatacak o kadar çok şey geldi ki aklıma, ne yapacağımı şaşırdım bir süre.

Sonunda Gaziantep'te yaşanan güncel gelişmelerden daha uzun erimli stratejilere uzanan bir yelpaze içinden seçim yapmak yerine bu çeşitliliği biraz olsun yansıtan serbest bir yazı ile başlamaya karar verdim.

İyi okumalar...

***

Daha önce soL sayfalarında da defalarca haber olan Gaziantep Büyükşehir Belediyesi mağduru otobüs şoförlerini bilirsiniz. AKP zihniyeti diye özetlenen piyasacı, gerici ve işbirlikçi uygulamaların ne anlama geldiğini her gün bir kez daha öğreniyorlar.

Neler yaşanacağını tahmin etmek zor değildi.

Önce hizmet özelleştirilir. Sonra ihaleyi alan yandaş şirket işçilerin bütün haklarını yok etmeye yeltenir. İşçiler haklarını aramak için yetkililere başvurduklarında "olay bizden çıktı" yanıtını alırlar. Bu sırada belediye başkanı ile şirket yetkilileri aynı cemaate üye olmanın avantajlarını iliklerine kadar hissederler. Bu süre zarfında hizmetten faydalanması gereken halk da elinden alınanın ne olduğunu iş işten geçtikten sonra anlar.

Burada özetlediğim olaylar zinciri herkese "bir yerden tanıdık" gelecektir.

Gerçekten de bu silsilenin faturasının emekçilere kesilmesi bildik bir durum. Ancak her bilgide olduğu gibi bu örnekte de algılanan durumun nasıl bir bütünlüğün içinde konumlandırılacağı öznel tercihler tarafından belirleniyor. Bu bütünlük ve ona yol açan öznel tercih bazen çok acı bir haberlerin bile insanın kanını donduracak derecede umursamazlıkla karşılanmasını sağlıyor.

Ben bu bakımdan somut güncel deneyimlerin müdahalelerinin günümüzün yönsüz, karmaşık bütünlüğüne sadeleştirici müdahaleler yapabileceğini ve günümüzde yaşanan kimi gelişmelerin kimi zihinlerde çarpıcı dönüşümlere yol açabileceğini düşünüyorum.

Gaziantepli şoförlerin büyük bölümü için özelleştirmelerin sonuçları başlangıçta "dışsal" kalıyordu. Burada önemsenmesi gereken güncel deneyim işsiz kalmak değil, işsiz kalmanın sonuçlarını bütün acılarıyla "hissetmek"tir. İş bu aşamaya varınca, yani kredi kartı yüzünden tutuklanan, çocuğunu okuldan almak zorunda kalan işçiler özelleştirmelerin sonuçlarını somut olarak yaşayınca yukarıda bahsettiğim bütünlüğe yönelen öznellik bilgiden bilince ulaşmaya olanak sunabiliyor.

Elbette bilinç aşaması da tek başına yeterli olamıyor. Önemli olan her durumda tavır almaksa eğer, bu günlerde asıl ihtiyaç duyduğumuz şeyin öfke olduğunu yazmıştı Metin Çulhaoğlu. Öfkesini yitiren bir toplumun bilse de bir şey yapamayacağından emin olmak gerekiyor.

İşte hayat bugün, başta yukarıda andığım Tümtis üyesi şoförler olmak üzere, tüm emekçileri böyle bir tercihe yöneltiyor: ya öfke ile kalkacaklar ya da zararla oturmayı baştan kabul edecekler. Burada bütünlüklü bir sınıfsal tepkiden değil basitçe bir insani refleksten bahsediyorum.

AKP'li belediyenin otobüs şirketini özelleştirmesi sonucunda işsiz kalan Ahmet Kesen temizlik parası vermediği için çocuğunun koluna "TEM-PAR" yazdıran zihniyete öfke duymalıdır.

Temizlik parası toplamaktaki "başarı oranları" okul panosuna asılan Gaziantep Mete Uygun İlköğretim Okulu öğretmenleri öfke duymalıdır.

Temizlik parası vermediği için karnesi verilmeyen öğrenci de bir saat sonra okula çağırılan veli de öfke duymalıdır.

Yıllardır patronun sülalesini varlık içinde yaşattığı halde kriz ile birlikte hiçliğe mahkum edilen tekstil işçisi, 10-12 yaşlarından beri ondört saate yakın çalışan konfeksiyon işçisi öfke duymalıdır.

Son günlerde özellikle hükümet üyesi bakanların başına gelen işçi protestolarını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Öfke, yönsüz de olsa, patlak verebiliyor. Bu durumda çırıl çıplak yollara düşen de AKP mitinginde elektrik direğine tırmanan da elinde keserle Bakan kovalayan da bu ülkeyi bitiremeyeceklerine dair inancımızı körüklüyor. Özellikle Kürşat Tüzmen'in başına gelen son örnek, 7 yıldır azarlanan emekçilerin ellerinin her zaman armut toplamayacağının işareti olarak sizlerinde içinin yağını eritmiştir...

TKP'nin 9. Kongre tartışmalarında gündeme gelen plebyen tepki olasılığının küçük ipuçları olarak görülmesi gereken bu örneklerin kalkış noktası "çaresizlikten öfkeye" kaydıkça yeni bir sınıf hareketinin oluşumunda öznel müdahalelere daha fazla alan açan nesnel bir sınıf güdüsünün açığa çıkacağını unutmamak gerekir.

Öfke bütün sorunları çözecek bir sihirli değnek değil elbette. Ancak yerel ve evrensel dinamiklerin bu derece çakışıp basınç uyguladığı ülkemizi ve insanımızı bütünüyle yok edemeyeceklerini herkesin anlaması için bu öfkeye de ihtiyacımız var...

Başlığa da taşıdığım gibi, başlangıç olarak...

keser.ayhan@gmail.com